9 Şubat 2009 Pazartesi

Salona Atılmış Kadın

28.07.2008 tarihinde başladı.

I


Bekar Sokağı'ndaki büromda sakin bir gün geçiriyordum. Mayıs ayının sıcaklamış bu gününde önümdeki dosyaların azlığı ilgimi çekti. Uzun süredir yeni bir vaka gelmemişti. Son çağrı Transilvanya’ya kaçan Sherlock Holmes ile ilgiliydi. Dosyası halen önümdeydi. Gelmiş geçmiş en büyük dedektifin izini sürmek nerede olursa olsun hiç de kolay değildi. Hele ki aradan 80 yıl geçtikten sonra Holmes'ün izini bulmak sadece benim değil tüm dedektifler için zordu.

Ben tam bunları düşünürken kapı çalındı. İçeriye oldukça güzel bir esmer kadın girdi. Ben masanın üzerindeki ayaklarımı, kokudan ölmemesi için ayakkabılarımın içine sokmaya çalışırken bu güzel kadın koltuğa çöküverdi. Söze girdim:
“İyi misiniz?”
“Bu koku da neyin nesi? Bir an bayılacak gibi oldum.”
“Üst katta tuvalet var da ondandır herhalde, biraz bozuk arada bir ortalığı bayıltıyor. Kusura bakmayın..." derken tüm pencereleri açmıştım.
“Siz İskender Barkas mısınız?”
“Olmaya çalışıyorum, yazarım pek de başarılı değil o yüzden hiçbir şeyden emin olamıyorum. Beni mi arıyordunuz?”
“Sizden başka çarem kalmadı. Başımıza geleni anlatabileceğim tek kişi sizsiniz.”
“Büroma bir şekilde ulaşanlar bu cümleyi kurmadan edemez, alıştım artık.”
“Sıradan bir durum olduğunu sanmıyorum.”
“Sizi dinliyorum.”
“Adım Sonya, kardeşimle birlikte Tarlagöbeği caddesinde yaşıyoruz. Yıllardır çalışıyorum ve kardeşime ben bakıyorum. Başımıza gelen olayı nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Dün akşam yani on dört saat önce kardeşim odasında ders çalışırken ben de kurmayı düşündüğüm iç dekoratif malzeme ithalatı şirketi ile ilgili hesaplar yapıyordum. Akşam saatleriydi, yanılmıyorsam dokuz civarıydı. Birden salondan bir ses geldi. Kaygılanarak kardeşim Demitr’e seslendim. Mitya ‘ben değilim!’ diye cevap verince salonda hırsız olduğunu düşünerek böyle zamanlar için aldığım kuru sıkı tabancamı çekmeceden çıkarıp salona yöneldim. ‘Kim var orada?’ diye seslendim. Soruma bir cevap gelmedi. İyice meraklandım. Cesaretimi toplayıp kapının olduğu köşeyi dönüp salona girdim. Gördüklerim karşısında hissettiklerimi nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Gördüklerimi nasıl anlatacağımı da bilemiyorum. Salonun ortasında eski model giysiler içinde ak saçlı yaşlı bir kadın kanlar içinde yatıyordu. Kafasında büyük bir yara vardı ve kanamaya devam ediyordu. Kadını daha önce hiç görmemiştim. Üzerindeki elbiseler köylüleri andırıyordu ama kadının boynundaki inci kolye görüntüyü iyice karışık bir hale sokuyordu. Sanki köylü değildi de eski tip giyindiğinden bana köylü gibi görünmüştü. Bilemiyorum. Kadına yakından bakmak üzere yanına gittim. Sesi, soluğu kesilmişti. Yüzüstü yattığı için yaklaşana kadar yüzünü görememiştim. Yanına geldiğimde sağ tarafına dönük yüzündeki dehşet ifadesi ile bir kez daha çarpıldım. Şeytan görmüş gibi bir yüz ifadesiyle yüzünün yarısı yere yapışık halde yatıyordu. Belki de görmüştü, çünkü hiç de salona girmiş birine benzemiyordu. Sanki salonumuza atılmış gibiydi.”
“Heidi!”
“Anlayamadım?”
“Önemli değil, bir şeyi hatırladım. Bu arada kahve içer misiniz?”
“Türk kahvesi olursa içerim.”
“Şekerim yok, sade yapacağım”
“Teşekkürler.”
“Buyrun kahveniz…”
“Ne? Ne kadar çabuk oldu?”
“Teknoloji işte…”
“Ne diyordum.”
“Kadının yüzündeki vahşet ifadesi… ve salona atılmışlığı”
“Dehşet…”
“Vahşet ifadesi dehşet miydi?”
“Hayır, durum tek başına dehşetti…”
“Birinden biri olmak zorunda zaten, ikisi birden olamaz. Ancak vahşete dehşetle cevap verilebilir. İfade olarak tabi. Vahşetinden dehşete düştüm gibi. Devam edin lütfen, ben lafınızı bölmeyeyim.”
“Kadının elbiseleri bizim ülkemizin yerel giysilerine benzemiyordu. Daha doğrusu benim bildiğim kadarıyla benzemiyordu. Siyah kalın kumaştan düz bir etek, siyah, üstü düğmeli bir kazak üzerine siyah örgülü bir hırka, eteğin üzerinde gri renkli bir önlük, sade ve küt topuklu, tokalı siyah ayakkabılar… Bir de elinde içinden madeni paralar dökülen bir kese vardı. Eski paralardı bu paralar ve hiçbiri bizim paramız değildi. Oldukça ilginç görünüyordu. Sanki bir yerde görmüş gibiydim de çok uzakta kalmış birisi gibiydi. Gördüğüm yeri hatırlamıyorum.”
“Kadın yaşlı mı dediniz?”
“Evet, öyle dedim. Altmış yaşlarında görünüyordu. Bu arada gözleri griydi.”
“Hım. Bu kadar mı?”
"Bu kadar olsa hayal gördüğümüzü düşünecektim. Fakat bir saat önce yine bir an kadını salona atılmış vaziyette görünce dayanamadım, koşarak buraya geldim."
"Daha önce böyle bir olay yaşadınız mı?"
“Böyle bir şeyi ne yaşadım ne de duydum. O kadar karıştı ki kafam. Cümleleri bir araya getiremiyorum.”
“Kadın ölü müydü?”
“Size ilginç gelebilir ancak ölü değildi. Çok ağır yarası vardı ama henüz ölmemişti. İlk şoku atlattıktan sonra müdahale etmek istedim. Yarasına dokunmaya çalıştığımda ise başaramadım. Bakın ben cin, büyü gibi saçmalıklara inanmam. Metafiziğe de inanmam. Gördüğümün ne olduğunu hâla anlamaya çalışıyorum. Beni deli zannetmenizi istemem.”
“Ben hiçbir şeye inanmam. Rahat olun hatta deliliğe de inanmam.”
“Kadına dokunamadım."
"Eliniz içinden mi geçiyordu."
"Evet. Kendinde, bizim ulaşamadığımız ve sanki ulaşamayacağımız gibi bir hali vardı ve orada o anda bulunması tamamen bir tesadüf gibi görünüyordu.”
“Atılmış bir yaralı, kendinde bir hal… Ölüm öncesi son acıyı çeker gibi miydi?”
“Öyleydi. Ancak, acının o anında, ölüm öncesi o belirgin anda donmuş gibiydi. Çözülse rahatlayarak son nefesini verecek ve ölecekmiş gibi bir ifadesi vardı.”
“Anladım. Adresinizi bir kâğıda yazın ve evinize gidip beni bekleyin bir saate kadar evde olurum.”

II

Esmer güzeli Sonya bürodan ayrıldıktan bir saat sonra bana tarif ettiği adresteydim. Şehrin ne sefil, ne de çok övünülecek muhitlerinden birisiydi burası. Bana kalsa şehrin kendisi sefillikle övünülmezlik arasında gidip geliyordu, biz de bu arada otobüsle aynı aralıkta gidip geliyorduk. Sonya'nın apartmanı tahmin ettiğimden daha fazla katlı idi. Ana cadde sınırındaki aynasız karakolunun solundan içeriye girip iki sokak sonra sola dönünce hemen köşedeki binaydı. Apartmanın her katında tek daire vardı, pencereler her iki kenara bakıyordu. İçeri girdim, karanlık bir apartman girişi vardı ve merdiven boşluğu olabildiğince dar kıvrılmış bir helezonu andırıyordu. İkinci kattaki olay mahalline çıkarken merdivenlerde antik bir koku aldım. Antik koku olduğundan emin değildim, yanmış ve beklemiş çekirgeler de benzer bir koku verebilirdi. Merdivenleri ihtiyatla tırmandım, apartman fazladan iki kata sahipti, altı katlıydı bu muhitteki dört kat yasağına rağmen. İkinci kata geldiğimde Sonya’nın kapısını çalmayarak bir kat daha yukarı çıktım.

İki kat merdiven çıkmış olmama rağmen sanki yaşam merdiveninin sonuna gelmiştim. Burnuma çarpan kokuya eşlik eden dehşet verici bir yorgunluktu, birden dizlerimin bağının çözülüp de oraya yığılacağımı hissetim. Sanki merdivenleri çıkmamıştım da atmosfer dışından buraya doğru düşmüş gibiydim. Mars’ta piknik yaparken aniden oluşan bir çekim kuvveti beni piknik masamdan, karşımda oturan Marslı sevgilimden, daha yeni doğradığım Mars Hıyarı’nın kokusundan koparıp karşı koyamadığım bir şekilde buraya kadar getirmişti. Korkuyordum. Böyle bir yorgunluk olamazdı, hayır ben böyle bir yorgunluğu hak edecek ne yapmıştım ki? Hepi topu kırkbir basamak merdiven çıkmıştım. Yeni girdiğim binalarda merdiven saymadan edemezdim. Yine sayıyordum, bayılmak üzereydim ve basamakları sayıyordum. Bu sebeple de bayılabilirdim.

Bayılmadım. İlginç bir şey oldu, bir basamak daha çıktığımda ağırlık birden beni terk etti. Tekrar bildik yorgunluğumla, sıkıntımla basamakta duruyordum. Duvara yaslanmıştım, helezon şeklindeki merdiven boşluğuna bakıyordum. Kendimi kötü hissetmiyordum. Aklıma tanıdık bir yüz, kaygılı bir sarışının yüzü geldi, bir de gökten düşecekmiş gibi bakan bir adam.

Bu apartmana girdiğimden bu ana kokular, ağırlıklar ve gaipten görüntülerle çevreleniyordum. Birazdan elinde baltayla bir tavşan gelip bana saati sorup akabinde odun kırmaya gidebilirdi, her oduncu tavşanın yaptığı gibi. Elinde sapını sağ omzuna yasladığı baltasıyla, kareli pantolon, oduncu gömleği giymiş beyaz bir tavşan gelip saati sordu:

“Pavdon saatiniz kaç acıva?”

“Efendim?”

“Saat kaç dedim” dedi meşgul görünümlü tavşan.

“14:28”

“İki buçuk dersen insanlıktan mı çıkarsın?” diyerek uzaklaşıyordu ki dayanamayıp:

“Pardon bu binada mı oturuyorsunuz?” dedim ki o da

“Bu binada hiç tavşan oturabilir mi?” demiş oldu.

Rüyada olmadığımdan emin olmalıydım. Kafamı duvara vurdum, acımadı.

Rüyada idim. Sanıyorum sanrıyordum.

***

Ulaşmaya çalıştığım katın kapısı açılmış ve kapısında soluk benizli bir delikanlı bana bakıyordu.

“İyi misiniz?” dedi.

Emin değildim ve bunu belirttim. “Pek değil. Yardım eder misin?”

Yardımseverlikle karışık bir kaygı taşıyordu. Yardım ettiği için kaygılanmıyordu, fakat adımlarında sürekli onu geri çeken bir kuvvet vardı. Bunu yattığım yerden görebiliyordum. Tavşan yanımdan uzaklaşırken duvara kafa saydırmaya başlamıştım ve neticesinde hafif bir baygınlık geçiriyordum. Delikanlının yardımıyla evi olduğu anlaşılan dairenin içine girdik ve yavaş yavaş kendime gelmeye başladım.

Duvardaki resmi gördüğümde tamamen ayılmıştım. Resmi göstererek:

“Ben de bunu arıyordum. Biraz konuşabilir miyiz delikanlı?” dedim ve çay demlemeyi teklif ettim.

III

Oturduğum koltuk dökülmek üzereydi. Birazdan ben de koltuğun içine tıkılacaktım. Evin içine adım attığımdan bu yana devasa bir şeyin, tahtadan bir bataklığın içine gömülüyor gibiydim. Evin zemini tahtadandı ve bu tahtaların emekli olması gerekiyordu. Tahtaların altında alt katın olduğunu görecek kadar olduğumu düşünmeye çalışsam da bu evin altında ikinci kat yoktu. Bu katın altı boştu. Koltuğun altı nasıl boşsa, evin, dolapların, kitapların, yerdeki halının, pencerenin kenarına dayanmış olan yaylı yatağın, yerlere serili eski koltuk minderlerinin, kısaca her şeyin altında da bir boşluk seziliyordu. Adının Nikov Loksar olduğunu söyleyen gencin gözlerinde ise net bir boşluk gördüm.

Gözlerdeki boşluk hiçbir şeye benzemez. Bir anda dolabilir bu boşluklar ve o anı unutulmaz kılabilir. Gencin gözlerinde gördüğüm böylesi bir boşluktu. Fırtınayla, boranla, depremle dolacak cinsten, ağır boşluklardı bunlar. Çökmeye başlamış bir yıldızın etrafını soğururken yarattığı anafor görüntülerini hatırlatıyordu. Hiç görmediğim şeyler aklıma geliyordu.


Gözlerine bakmaktan vazgeçtim. Duvardaki resmi işaret ederek:


“Bu resimden bahsediyordum. Uzun zamandır burada mı?”

Sanki resmin orada olduğunu unutmuşcasına bir bakış attı duvara ve:

“Ben burada olduğumdan beri burada. Gittiğim her evde duvardaydı.”

“Ne zamandır burada oturuyorsunuz?”

“İyi ama siz kimsiniz?”

Güzel soruydu, sorulması zorunlu olan her soru gibi. Önümüze çıkan herkes soruları suyun şırıltısı gibi cevaplasa mesleğimin fazla bir önemi kalmayacaktı. Resmi bir görevim de olmadığından yalan uydurmalıydım. Her zaman işe yaramayabilirdi.

Yalandan vazgeçtim.

“Alt katta yaşayan Sonya’yı tanıyor musunuz?”

“Aksi mümkün değil. Kaç Sonya’mız var ki?”

“O ve kardeşinin başından geçenleri biliyor musunuz?”

“Hayır, beni ilgilendiriyor mu?”

“Adım İskender, her şey herkesi ilgilendirebilir, yeri ve zamanı ayarlandığında.”

“Bu da ne demek oluyor?”

“Sorularımız farkında olmadan kendimizi yargılamamızı da sağlar.”

“Anlamadım.”

“Doğaldır. Gizem peşinde değilim delikanlı. Ben her şeyi akılla açıklamaya çalışan bir dedektifim sadece.”

“Ben de aklın açıklama menzilinde miyim?”

“Her şey menzildedir, gözlerimizin menzili yeterli olmayabilir.”

“Aklı bir tanrı olarak gören bir dedektif tarafından mı sorgulanıyorum? Neden?”

“Sorgu sizin sorgunuz değil, bulunduğumuz konumun sorgulanması için geldim.”

O sırada biraz önce merdivenlerde gördüğüm oduncu tavşan kapıdan içeri süzülerek önümüzden geçti. Yorgunluktan baltasını yerde sürüklüyor gibiydi. Ayaklarını her adımda yerden kaldırması vinçlerin bir evin duvarını kaldırması kadar hızlı oluyordu. Hareketleri hızla yavaşlıyordu. Yavaşlamasında bir ivmelenme vardı. Birden hareket edemeyenin ben olduğumu fark ettim. Görüntüler donmuştu. Gözlerimin etrafında yıldızlar seçtim. Birisi sönüyordu.

O anda delikanlının gözlerinde, dipten derinden gelen hafif ışığı gördüm. Bir an içinde olsa gördüğüm bu ışıkla ürperdim. Bir bıçak parıldamış ve kapı kapanmıştı.

“İyi misiniz? İyi misiniz?” diye bağırarak beni sarsan delikanlının Adı Nikov idi ve Sonya ismine şaşırmasına çok şaşırmıştım. Bugün ikinci defa önümden oduncu bir tavşan geçiyordu ve ben ikinci defa kendimden geçmiş bir halde sarsılıyordum. Tavşana da şaşırmalıydım aslında. Ya bu ev civarında aklın sınırlarını zorlayan ve sırf bu yüzden akıldışı ilan edilecek bir şey vardı yada ben açık ve seçik bir şekilde deliriyordum. Farkına vararak delirmem de zor olacaktı.

Halen ayırtına varabildiğime göre henüz delirmediğime kanaat getirip delikanlıya teşekkür ettim.

“Ben de anlamadım, yine ne oldu?”

“Bana bakarken birden dondunuz. Aynı anda gözlerinizle yavaş ve ağır bir şekilde döşemeyi takip ettiniz. Döşemede bir şey mi vardı?”

“Bilmiyorum.”

“Resmi tekrar soracak mısınız?”

“Evet.”

“Dostoyevski’nin kendi elimle yaptığım bir portresidir.”

“Sanki biraz çarpıtmışsınız, değil mi?”

“Evet, ama bence bu görüntü Dostoyevski’nin ta kendisidir.”

IV

Dostoyevski’nin portresine bakıyordum ve karşımdaki koltukta birkaç haftalık sakalıyla Nikov oturuyordu. Portre Dostoyevski’nin ünlü pozunun kasten biraz bozulmuş haliydi. Bacak bacak üstüne atmış bir şekilde oturuyor, her iki elini üstteki dizinin önünde kavuşturuyor ve yargıçtan çok umarsız bir sanık gibi oturuyordu. Ve bu genç ressam bu umarsızlığı hafif bir gülümseme ile yaratmıştı. Dostoyevski gerçek portresinde tam anlamıyla boşaltılmış, kanı çekilmiş bir yüzle bakıyordu. Fakat burada gülümsüyordu.

Eserin sahibine sormak zorunda hissettim:

“Gülümsüyor?”

“Evet. Fark etmenize sevindim. Daha önce fark edilmemişti.”

“Resim mi, gülümseme mi?”

Omuzlarını silkti: “Aslında ikisi de doğru, buraya sadece ev sahibim geliyor diyebilirim. Bir aydır başka bir ziyaretçim olmadı. Ziyaretçilerimin de ilgisini çeken bir çalışma olduğunu sanmıyorum.”

“Ev sahibinizle aranız nasıl? Sormamdan rahatsız olmuyorsundur herhalde.”

“Beni yargılıyor gibi bir haliniz var? Bunu anlamıyorum sadece. Evsahibim bir ev sahibidir, kirası dışında pek bir şeyle ilgilenmez. Biraz önce çıkarken düştüğünüz merdivenlerin yapımı için kılını kıpırdatmamıştır. Üstelik bu evin kapılarındaki yamukluğu da sevinçle karşılıyor kendisi. Dolayısıyla sevdiğimi söyleyemem.”

“Düşmanı var mıydı?”

İrkildi. Bu soruyu beklemiyordu. Ben de hazırlayarak sormamıştım. Birden ağzımdan çıkmıştı.

“Ne düşmanı? Başına bir şey mi geldi yoksa?” Oturduğu yerde toparlandı. “Bakın İskender Bey ben bu kadını kira gününden kira gününe görüyorum. Kadın olduğunu biliyorsunuz herhalde. Ayın beşinci günü gelir ve kirasını alıp cüzdanına koyarak bu evi terk eder. Ben buraya taşındığımdan bu yana böyle oldu bu.”

“Ressam mısınız?”

Delikanlı şaşırmıştı, bir an duraladı ve “Hayır” dedi.

“Gülümsemeyi o resme koyabilmişsiniz. Bu bir meziyettir.”

“Tam olarak neyi sorguladığınızı öğrenebilir miyim? Canım sıkılıyor artık...

“Bakın delikanlı, size biraz önce de söylediğim gibi ben aklın açıklayıcılığına inanırım. Alt katınızda oturan Sonya ve kardeşinin başına tam da bu nitelikte, yani açıklanması gereken bir olay gelmiş. Dün akşam vakti birdenbire salonlarında bir kadın bulmuşlar. Sonya, kadının ne zaman ne de mekân olarak buraya, hatta İstanbul’a dahi uymayan bir kadına benzediğini, sanki oraya, salonun ortasına birdenbire atılmış gibi olduğunu ifade etti. Buraya kadar anlamadığınız, ya da doğrusu belki de tersidir, anladığınız bir şey var mı?”

“İkisi de. Ayrıca halen benimle ne alakası var, onu anlamaya çalışıyorum. Henüz başaramadım.”

“Haklısınız. Alakayı ben kurdum. Bence kadının varlığının kilit noktası siz ve resminizdi. Geldiğimde, daha doğrusu evinize taşıdığınızda ilk dikkatimi çeken şeyin o resim olduğunu hatırlıyorsunuz değil mi?”

“Evet, hatırlıyorum.”

“Sizce eski elbiseleri başka bir yere ait olan ve boynunda kesesi olan bir kadının alt katınızda salonun ortasına atılmış olmasının bir açıklaması olabilir mi?”

“Böyle bir sorunun açıklamasını düşünemiyorum bile. Hele bir de benim resmimle ilişkisini hiç anlayamadım.”

“Resminizdeki Dostoyevski hafifçe Heidegger’e benzetilmemiş mi? Bilerek yaptınız bunu değil mi?”

Nikov ürperdi. Bu kadarını beklemediğini biliyordum. Bu eve gelirken Sonya’nın üst katında böyle bir delikanlı bulacağımı biliyordum. Fakat resim olmayabilirdi, resmin varlığı delikanlıyı tam aradığım kişi yapıyordu. Eksiksiz bir nihilist vardı karşımda. Dostoyevski resmindeki gülüşten önce kadının ne alakası olduğunu açıklamam gerekiyor. Kadın Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un öldürdüğü tefeci kadındı. Kendisi değil, kendisi bir anlatı olduğuna göre Sonya’nın gördüğü sadece birisinin düşüncesi olabilirdi. Yakınlarda bir nihilist olmalıydı, ev sahibine karşı sevecen duygular beslemeyen sefalet içinde bir nihilist. Gerçek bir nihilist olmalıydı kısacası. Yaşadığı için kısmen gerçek olan bir nihilist. Nihilistlerin yaşaması benim gözümde felsefi olarak da anlam taşımıyor. Evet nihilistimizi bulmuştum. Şimdi bu atılma mevzusunu açmalıydım. Sonya kadının salona atılmış olduğunu söylediğine insanı dünyaya atılmış Varlık olarak ele almaya çalışan Heidegger gelmişti aklıma. Fakat onun ele aldığı gerçek insandı ve dünyaya atılıyordu. Burada ise gerçek olmayan, daha doğrusu elle tutulur gerçek değil, ancak bir kişinin düşüncesi olması anlamında gerçek olan bir insan vardı. Bir karakter, ölmesi nedeniyle insanlığın bir şey kaybetmeyeceği varsayılan bir karakter. Suç ve Ceza bu tema üzerineydi. Tefeci kadın öldüğünde insanlık bir şey kaybetmeyecekti. Ancak Raskolnikov bu deneyi yaparak çok şey kaybedecek ve aynı zamanda süreci tamamlayarak kendi varlığını bulacaktı.

Dostoyevski’nin yüzündeki gülümseme şüpheye yer bırakmaz şekilde Heidegger’i anımsatıyordu. Bu delikanlı tam bir roman karakteri idi. Her şey romantikti bu evde. Bir kere içinde bulunduğumuz kat sanki bulutların üstündeydi. Oturduğum koltuktan kapılara kadar her şeyde bir gerçeküstü durum hissediliyordu. Bu gerçeküstü duruma yaklaştığım anda bir tavşan tarafından uyarılmıştım. Evin içine girdiğimde ve resmi incelemeye kalktığımda tekrar bir tavşan tarafından uyarılmıştım.

Ve tavşan şu anda karşımdaki koltukta oturuyordu. Nikov’un elbiselerinin içinde gayet sakin bir şekilde konuşmamı bitirmemi bekliyordu.

Dostoyevski gülüyordu. Hareket edemiyordum.

V

Kocaman tavşan karşımda oturuyordu ve bana bakıp gülümsüyordu. İnsan boyunda tavşan olması bir yana Nikov’un yerini alması diğer yana. Şaşırmamalıydım. Şaşırmamıştım ki zaten. Pencerenin önüne konuşlanmış koltuk yerinden kalktı ve yanıma gelerek çömeldi. Yani sırtlığı öne doğru devrilmiş, kolçaklarından birini yere dayamıştı. “Orada rahat edemediyseniz burada oturun” diyerek oturmalığını bana sundu. Tavşanımız ise yerinden kalkarak koltuğun omzuna hafifçe dokunarak “bırak böyle kalsın, nede olsa aynı koltukta oturuyor” dedi. Resimdeki gülümseme yerini terk etmişti. Dostoyevski hemen önümden geçerek pencereye doğru yöneldi. Yürüyüşünde bir gariplik vardı, bir resim karakterinin yürümesinden daha da garipti. Birden sol bacağı Dostoyevski’den koptu ve aynı anda kopan sol kolu ile Tavşanın yanına gitti. Resim çerçevesinde bir anafor oluşmaya başladı. Çerçevenin içinde fırtına başlamıştı. Dikkatimi toplayamıyordum, koltuğa yapışmış halde hareket etmeye başladım. Daha doğrusu koltuğum kapıya doğru yürümeye başladı. Tavşanı göremez olmuştum. Dostoyevski’yi görebiliyordum. Sadece kafası ve sağ bacağı kalmış şekilde yanıma gelip. “Benimle bir içki içmek ister misiniz?” diye sordu. Cevap veremedim fakat koltuğum “evet iyi olur” dedi. Ben havada kalmış iken koltuğum altımdan kaydı ve Dostoyevski’nin sağ bacağı ve kafası ile pencerenin önüne giderek halının altındaki bardan birer votka (votkaydı sanıyorum) aldılar. Karşılıklı içmeye başladılar.

Görülmeye değerdi doğrusu. Dostoyevski’nin sol eli bir süreliğine belirmişti ve kafası ve sağ bacağı ile birlikte koltuğa “şerefe” dediler. Koltuk sağ kolçağı ile kadehini kaldırdı ve kadehler tokuştu.

Tavşanın kanatları vardı, görmediğim bir anda kanatlanmıştı. Tavandan sarkan ampule tersinden biner gibi sarkıyordu. Birden kanatları zannettiklerimin kulakları olduğunu anladım. Kulak-kanatlarıyla havalanan beyaz kafası bana doğru yanaşıp “içki içmiyor musunuz yoksa?” diye sordu. Yüzünde mânalı bir gülüş vardı. Tam sol ayağıma dayanıp yükselecektim ki bacaklarımın yerlerinde olmadıklarını fark ettim. Bacaklarım Dostoyevski’nin karşısında bacak bacak üstüne atmış bir şekilde oturarak koltuğun kadehinden votka içiyorlardı. Kollarımı da oynatamayınca anladım ki bulaşık yıkamaya mutfağa gitmişler. Tavşan kafaya dönerek cevap vermeye çalışırken birden dudaklarımın ve alt çenemin gözümün önünde tavşanla konuştuğunu gördüm. Sağ gözüm bana bakıyordu demek ben sol göz olarak ayrışmıştım. Dudaklarımın hareketlerine havada yükselen kulağıma gelen sesler vurdu.
“Aslında içerim ama bugün ayın 17’si, asal sayılarda içmiyorum”
“Ama çok güzel olur asal sayılarda içki içmek. Şarabın en güzeli asal sayıdadır, rakı kadehi asal sayılarla çarpılmalıdır.” diye cevapladı kulak-kanatlı tavşan kafası.
“Asal günlerde Pythagoras İbadetimiz olur bizim.”
“Kutsal günümüz!”
“Her asal sayı kutsanmıştır, asildir, bölemezsiniz kendisinden başkasına, özdür.”

Muhabbeti daha fazla takip edemedim, çünkü sağ gözümle sol gözüm arası bir tartışma vardı sanki. Sağ gözüm sola “benim baktığım yere baksan ölmezsin” dediğinde sol gözüm de ona “ama sen ölüsün” dedi.

Çok eğleniyordum canım. Birazdan cıvık bir şekildeki beynimle karşılaşırsam ona soracaklarımı hazırlıyordum.

Çerçeveye gözüm kaydı. Çerçevedeki fırtına ve anafor giderek büyüyordu. Çerçevenin kendisi de olağandışı boyutlarda büyümüştü. Boyutlarını göremiyordum, etrafını emer gibi bir hali vardı. Duvardan çerçeve şeklinde kabaran bir manyetik alandı sanki. Birden duvardan koparak fırladı, çerçeve kocaman bir manyetik ağız olmuştu. İçinde anaforlar, fırtınalar kopan kapkara bir manyetizmaydı artık. Kara delik gibi bir şey düşünmekteydim ki hızla hareket etmeye başladı. Pencerenin önünde içip kendinden geçmiş olan Dostoyevski kalıntıları ve alkolik koltuk ile yatağın altında kalan Dostoyevski parçalarını yutarak tavana doğru boyutlandı. Tavandan yürüyerek tavşanın kalıntılarını yutarak yanı başımdaki kulak-kanatlı tavşanı da yutarak bana baktı. Boğuk ve korkunç bir ses geldi:
“Kutsal kadehten bir yudum al ve doğ, çünkü o senin kanındır”
“Ateistim ve seni yakala…” –yamadım çünkü cümlenin ortasında kara deliğe dönmüş olan fırtınalı manyetik (artık tanımlanamaz hale gelmişti) çerçeve tarafından yutuldum.

VI


“Neredeyim, ne, nerede?”

İlk sözlerim bunlardı. Bir hastane odasında yatıyordum. Bir ara Sonya’yı görür gibi oldum. Yatakta doğrulmaya çalıştım. Yanımda bekleyen bir kadın vardı, ancak kimdi? Kendimde değildim, her cümlenin sonunda soru işareti vardı.

Kendime gelmem günler sürecekti, soruların sonu ise gelmeyecekti. Köhne bir apartmanın çatı katında bir resim çerçevesi tarafından yutulduktan sonra nerede olduğumu düşünmekte haklıydım. İlk fırsatta elimin, kolumun (ve bacağımın ve ayağımın) yerinde olup olmadığını yokladım. Vücudumun hatırladığım son hali hiç de iç açıcı değildi. Kolumun, bacağımın kendi başlarına içki içmeye gitmelerini izlemiştim. Sonlara doğru sol gözümle sağ gözüm birbirine bakıyordu. Ben o sırada ne idiysem, sol gözüm de olan biteni kaydediyordu. Bilincimin ayrı bir yerde olup olmadığını düşünmek geldi içimden. Parçalanmış gibiydim. İnsanın kolunu, bacağını kendi başlarına hareket ederken görmesi bilince sığar mı? Sığmaz! Bilinç yitirme hallerinde, ancak o da düşük ihtimalle olur. Belki depersonalizasyon böyledir? Ya da ben öyle sanıyorum.

Her parçam yerindeydi. Bir ayna isteyip kendimi de görerek bütün olduğuma tamamen ikna olmak istedim. Aynayı elime aldığımda hâlen korkuyordum. Aynada başka bir surat göreceğim diye ödüm ağzımdaydı. “Hah şimdi oldu!” deyiverdiğimde aynada olanın ben olduğuma ikna oldum. Evet, önce “hah şimdi oldu!” deyip sonra bu dediğimin ayırtına vardım. Kafam hâla karışıktı, karışıklık kendini apayrı şekillerde ortaya koyuyordu.

Ben bunlarla didişirken, Sonya geldi, ya da ben ancak farkediyordum.
“Ayıldınız demek. Kaç gündür kaygıyla sizi izliyoruz.”
“Kaç gündür?”
“Bugün dördüncü gün. Sizi bilincinizi yitirmiş halde bulalı dört gün oldu.”
“Beni buldunuz mu? Nerede? Neler oldu? Hiçbir şey anlayamıyorum.”
“Hatırlıyor musunuz, büronuzdan çıktığımda ‘bir saate kadar geleceğinizi’ söylemiştiniz. Bende eve gidip yiyecek bir şeyler hazırladım. Daha sonra da arada bir camdan sokağa bakarak gelmenizi bekledim. Binaya yaklaştığınızı gördüğümde telefon çaldı. Telefonla konuşurken gelirsiniz diye kulağım kapıdaydı. Telefonu kapattım, kardeşim geç kalacağını haber vermeye aramıştı. Bu bir kaç dakika içinde gelmediniz. Yarım saat sonra üst kattan koşuşturmaca, bağırma ve garip gürültüler gelmeye başladı. Bir süre sonra yukarıya çıktım. Kapı açıktı.”
“Merdivenler? Merdivenlerde ilginç bir şey gördünüz mü?”
“Hayır evin içinde gördüm. Siz evin ortasında sırt üstü yerde yatıyor ve fıldır fıldır dönen kan çanağı olmuş gözlerinizle tavana bakıyordunuz. Nasıl şaşırdığımı anlatamam. Bir süre ayılmanız için uğraştım fakat başaramadım. Ben de cankurtaran çağırdım.”
“Evde kimse yok muydu?”
“Ev terkedilmiş gibi boştu. Az ve eski eşyalar vardı. Telefonu da kapalıydı. Cankurtaranı bizim eve inip aramam gerekti. Ancak bozuk telefonun yanında “Bayan Sonya eliyle Bay Barkas’a” yazılı bir zarf buldum. İşte burada, çantamın içinde.”
Birkaç dakika boyunca eşelediği kadın çantasının içinden sonunda zarfı çıkarabildi. Zarfı bana uzattı. Şunlar yazılıydı:

“Tebrik etmek isterdim Barkas, fakat edemeyeceğim. Unutmamanız gereken bir noktayı vurgulayacağım: Yorgun tavşanlar da tavşandırlar ve onları görmek için Alis olmanız gerekmiyor. Marihuana da olsanız olur. Görüşmek üzere.
Nikov Loksar.”

Buyurun bakalım. Bir tavşan hikâyesi daha çıktı. Hadi ben hayal görüyordum da Nikov nereden tamamladı bu tavşan mevzusunu?

“Evde bir gariplik var mıydı?” diye sordum.
“Dediğim gibi ev terkedilmiş gibiydi. Boştu, siz hariç.”
“Duvarda bir resim var mıydı?”
“Hangi duvarda?”
“Neyse, haklısınız her şeye dikkat etmeniz gerekmiyordu.”
“Aslında evde pek eşya yoktu, sizin aralarında yattığınız iki koltuk ve pencere kenarında bir sehpa ile çekyat dışında salon boş sayılırdı.”
“Anladım.”
Dinlenmeliydim. Sonya’nın kulağı gözüme girecekmiş gibi titriyordu.
“Kulağınız mı titriyor?”
“Efendim?”
“Kulağınız diyorum, titriyor mu?”
“Nasıl?”
“Hareket etmiyor değil mi?”
“Şey tabii ki hareketsiz.”
“Ben biraz hareketli görüyorum da…”
“Doktorunuz birkaç gün daha sanrılanacağınızı söyledi. Yoğun miktarda halüsinojen solumuşsunuz.”
Odadaki kokuyu şimdi anlıyordum. “Odanın kokusunun ne olduğu şimdi anlaşılıyor. Kulağınız gözümün önünde titriyor da.”
“Biraz dinlenin, geçecektir.”
“Umarım. Sizden hiç konuşamadık. Tabi benim pozisyonumda biraz zor oluyor. Daha kendime ne olduğunu anlayamadım. Salona atılmış kadını bir daha gördünüz mü?”
“Hayır. İlginç olan sizi hastaneye taşıdığımızdan bu yana beklentim de, korkum da kalmadı.”
“Neden?”
“Bilmiyorum ama artık salonuma bir kadının atılmasını beklemiyorum. Çözülmüş sayıyorum.”
“Herkes her an her yere atılabilir.”
“Ne?”
“Önemli değil, kendime söyledim.”

Dinlenmem gerektiği kesindi. Konuştuğum insanların kulaklarının oynamasından hoşlanmıyordum. Daha doğrusu hoşlanmadığımı o anda fark ettim. Sonya’nın kulağı oynadıkça dikkatim dağılıyordu. Kendimi yatağa çakılmış gibi hissediyordum. Aldığım halüsinojen miktarı oldukça fazla olmalıydı. Yavaş yavaş rüyalarımı hatırlamaya başladım. Rüya olduklarını hatırladıkça anladım. Üç gündür yattığım yerde sanrılanmam gerekiyordu ancak bilincim yitmiş olduğundan rüya biçiminde görmüştüm sanrılarım. Demek ki uyutulmuştum.

Sonya için olay kapanmıştı, ancak benim için henüz açılıyordu. Salona atılan kadının akla değil, ancak hayale uygun çözümünü bulmuştum. Halüsinojenler, evin tahta zemininden alt kata sızmıştı. Sonya ile kardeşi ise halüsinojenlerden belirsiz bir şekilde etkilenmişti. artan halüsinojen oranı ikisi de matematikle uğraştığı bir anda onların dikkatini dağıtamamış ancak hayal görmelerine sebep olmuştu. Sonya hesap yapıyor kardeşi ise ders çalışıyordu. Bir de benim başıma geleni düşünün. Uçan kulak-kanatlı tavşanlar, alkolik beden parçaları, etobur bir çerçeve… Matematik düşünemeyen benim gibi kapalı zihinlerde halüsinojenler demek ki pek iyi sonuç vermiyordu .

Asıl sorular bu noktadan sonra başlıyordu. Nikov’un evinde ağır miktarda halüsinojeni neden bulundurduğunu anlamaya çalışıyordum. Bulundurmak bir yana ev tamamen halüsinojen atmosferindeydi. Halüsinosfer? Nikov’un gözaltı çukurları uykusuzluktan olmalıydı. Halüsinojenlerin etkisini artırmaya çalışıyor olabilir miydi? Uykusuzluk ve halüsinojen alımıyla hayal gücünü mü patlatmaya çalışıyordu? Sorular artıyordu. Bilincim yerine geldikçe soruların sayısı da birbirleri ile alakası da artıyordu.

Uyumayı tercih ederdim. Hiçbir şeyi cevaplayamayacak kadar ahmaktım. Kulaklar ise gözüme batıyordu. Hiç değilse Sonya tarafından çözülmüş kabul edilen bir vakam vardı. Uyudum.

Rüyamda (bu gerçekten rüyaydı ama gerçek rüyanın ne olduğunu bilemem) bir yaban tavşanı ile şehirli tavşanların siyasi durumunu tartıştık. Bence de çok burunları büyümüştü bu şehirli tavşanların ve kırsalın sorunları ile pek ilgilenmiyorlardı. Bu ayrımcılıktı, ayrımcılığın sonu ise tavşan camiasının bölünmesi olacaktı. Söylediklerimi vurgulamak için kırmızı tüylü dev kulaklarımı çırptım.

O sırada hemen yanımdaki ağaca tersten tünemiş olan Kont Drakula da fikrime katılarak pelerinini savurmuştu. Gaipten bana doğru koşturan bir gergedan hızını alamayarak yanımdaki hindistan cevizi ağacına tırmanmıştı. İnemediği ağaçtan huysuz huysuz gürültüler çıkarıyordu, hindistan cevizlerini fırlatıyordu sağa sola. Cevizlerin içinden silahlı maymunlar çıkıyordu. Bir tanesi kafama isabet etti.

Uyandım. Bir süre uyku ile uyanıklığım arasındaki farkı hatırlayamayacağımı anladım. Sonya’ya baktım, kulakları normaldi. Bu da şimdilik yeterliydi. Şimdilik.

SON

Hiç yorum yok: