9 Ekim 2008 Perşembe

Gardırop Çekmecesinden Notlar

Yaratıcı Yazarlık Gerilimleri

Yazmak istiyorum. Yakın zamanda fark ettim ki yazmak yenilenmekmiş, belki de tekrar doğmak? Yeniden yaşamaya başlamak, ara vermiş gibi yaşamak.

Ara vermek mi?

Zenginlere, hayatını seçerek yaşayanlara özgü bir cümle oldu. Mazur görün beni, sanırım yazmaktan oluyor. Zaman zaman başka bir yaşamı sürdüğümü, başkasının topraklarını sürdüğüöü zannediyorum. Kazmayla kürekle saldırıyorum toprağa, sonuçta tarlaları karıştırıyorum. Derdim toprağı ekmek olsaydı tarla sınırı ne fark ederdi? Toprağın derdi olmazdı kimin ektiği, ancak toplayan dert ederdi. Ekinin ürününü tarlamın sınırına kadar toplayabilirdim. Hakkım olan toprak sınırına kadar.


Toprakla bütünleşmiş bir zihin kendi sınırlarını toprağa da taşır. İstese de istemese de toprağı sınırlarla anlayacaktır. Tabii ki sınırı aşıp toprağına kasteden beni de sınırlarla anlayacaktır. Bu kafadaki bir toprakçıl sınırı neden geçtiğimi sorgulamakla da fazla uğraşmayacaktır . Ürünü kanla beslemeyi düşünebilir. Gözlerinde cinai bir bakış mı olurdu? Başak tanesinde yaşamaya devam edip bir çorbada veya bir ineğin geviş getirişinde varolabilir miyim? İneğin kursağında yatıp geviş aralığında danseden ben miyim?

Görüldüğü gibi kişi aradığında çok anlamlı hayatlar bulabiliyor fakat bütünlüğünü kaybediyor. Önce ruhani bütünlüğü yitiriyor yeni bir yaşam için, sonra da fiziği yitiyor.Daha doğrusu fizotipimizi yitiriyoruz ki atomlarımıza ayrışabilelim ve başka bir atomun içinde yerleşebilsin atomlarımız. Atomlarım, benim hiçliğim. Benim içinde varolduğum sıradanlıklar, benimle varolan. Belli ki beni var eden?

***

Yazmak istiyorum dedim. Açıklayayım: Yaşamadığım ancak yazanlardan anladığıma göre yaşandığında ilgi çeken, filmlere de konu olan şeyleri yazmak istiyorum. Ben yazar değilim, yani yazı yazıyor olmam aynı zamanda yazar olmamı sağlamıyor. Anlamadığım bir şey yazarlık mertebesi. Bazı yazarların hayatları da bu mertebeye dair ilginçlikler taşıyor. Hayatını yazarak geçiren bir tanesi mesela hayatı boyunca yazar kabul edilmiyor. Kim etmiyor? Edebiyat camiası herhalde, akademisyenler veya şu zenginler olabilir.

Yazan ama yazar sayılmayan yazarımız bir şekilde yazıyor, okunuyor, yaşamını sürdürebilecek kadar para da kazanıyor. Edebiyatçılar onun için "geçinmek için edebiyat yapan bir sefil" diyorlar. Kalemini sattığı için onu küçümsüyorlar ve paranın onları satın aldığını reddediyorlar.

Ölüyor, ölümü sefalet içinde, bir elinde boş bir şarap şişesi, diğer elinde bir kalemle çalışma masasına yığılarak oluyor. Veremliymiş, odası da buz kesmiş, odaya girenler donakalıyorlar. Henüz kırk iki yaşındaki yazarımızın masanın üzerine yığılan ve neredeyse yapışan göğsü ve başını güçlükle ayırıyorlar masadan. Ölü katılığı diyor doktorun biri, ben çalışma aşkı diyorum. Masaya sarılıyor son nefesiyle. Her neyse hayatı boyunca yazmış, okunmuş ancak saygı görmemiş arkadaşı masadan söktüklerinde son cümleleri yazılı olan kağıt parçasının üstünde yattığını fark ediyorlar. Bitmemiş bir hikaye var, hikaye ölümüyle bitiyor. Hikaye de köyüne dönen ve hayatından bıkmış bir doktorun ağzından son cümlesini yazıyor, yazan ancak henüz yazar sayılmayan yazar:

“Hakaret? Yakında öleceğim, önce ben terk edeceğim bu dünyayı, sonra beni düşünen insanlar. En sona kalanlar beni hatırlayanlar olacak. Öleceğim tekrar tekrar. Bir ağaca sarılacağım mezarımdan kaçarak, ağacın dallarında sallanacağım, uyuyacağım.

İzninizle ben biraz uyuyacağım. ”

Yazıyı bulduklarında büyük yazarın intihar ettiğinden şüpheleniyorlar. Yazdıklarından açıkça belli oluyor ki öleceğini, doğrusu yakında öleceğini öngörüyor. Gerçi yakında öleceğini bilmesine de şaşırmamak gerekiyor. Yazarımızın çağında verem ölünesi bir hastalıktı, belki de en başta gelenleriydi. Günümüzde de uygun koşullar sağlanırsa veremden ölmek mümkün. Yoksulların, düşmüşlerin hastalığı, onlardan bir tanesi. Sefaletine hastalıkla süs takıyor insanlar.

Aynı kağıt parçasında bir parça kanlı bölme de bulunuyormuş. Nereden biliyoruz? Ölümünü inceleyen doktor her nasılsa yazarımızın hayranı olduğundan yıllar sonra o günü anlatan bir yazı yazıyor. Bahsettiğimiz olay yüz yirmi küsur yıl önce geçiyor. Nerede mi? Ne önemi var.


Neyse efendim, ölümün intihar olmadığını anlaşılıyor. Fakat son metni gazetelere de yansıdıktan sonra giderek artan bir ilgiye maruz kalıyor. Her yerde “O”ndan bahsedilmeye başlanıyor. Evet kısa sürede “O” oluyor. Yıllarca küçük harfli bir üçüncü tekil şahısken öldükten sonra tanrının kutsadıklarından biri oluyor. İnanmadığı tanrı tarafından nasıl mı kutsanıyor? Öleceğini bildiği için tanrıyla konuştuğunu iddia edenlerden tutun, öngörüsünün kuvvetinden “büyük yazar” olduğunu keşfeden edebiyat camiasına kadar herkes ellerinde kutsal nesnelerle mezarını ziyaret etmeye başlıyorlar. Mezarından toprak alıp kitapların arasına koyuyorlar ve kitaplarını imzalatmış oluyorlar. Hatta cenazesinde patlayıveren fırtınayı peygamberliğine yoranlar oluyor. Ölünce peygamber gibi bir şey oluyor.

Utanç verici. Kısa sürede, ölümünden üç ay sonra ülkenin edebiyat otoritesi olan yazarlar odası “O”nun adına bir armağan kitabı hazırlıyor. Yaşamında girmesi nasip olmayan bir lokantada adına yemekler düzenliyorlar. Kitaplar birbirini takip ediyor. Dördüncü ayında, henüz iskelet olmamışken heykelinin dikilmesine karar veriliyor. Heykel konusu ülkenin iktidarıyla yazarlar arasında bir tartışmaya dönüyor. İktidar sözcüleri yazarı halen “sakıncalı” buluyor, ölmüş olmasına rağmen hakkında açılan davaları öne sürüyorlar. Hatta yazarlardan biri bunu bahane ederek ülkenin diktatörce yönetildiğini savunarak ülkeyi terk ediyor. Amerika’ya, düşler ülkesine giderken gemisi batıyor ve ölüyor bu protestocu yazar ve fırsattan istifade şehit ilan ediliyor. Hayatını sosyetik kadınların acıları, toprak ağalarının topraklarını elde tutmak için verdikleri mücadeleleri anlatmaya adayan bu yazar hızla kimliğinden arındırılıp kendisine ölen büyük yazarın yolundan giden “Büyük Öğrenci” kimliği yakıştırılıyor.

Bu sırada sefalet içinde ölen yazarın eserlerini ülkenin en büyük yayıncısı basmaya karar veriyor. Varisleri dolandırılan yazarın eserleri en birinci kalitede basılıyor, yıllardır hiçbir şey okumayan kesim “O”nun hayranları oluyor. Kitaplarını alıp vitrinin en görünen yerine koyuyorlar, içinde yazanları okumuyorlar, “ne gerek var canım, böyle iyi durdu” diyor bir politikacı.

Bizim yazar içinde yaşadığı sefaletin yazarıydı. Sefaleti içinde yaşadı, sefilleri savundu ve öldü. Sefil olmayı savunmadığı için sevilmedi. Anısını ise zenginler (pis burjuvalar, kokuşmuş soylular, kurumsal hırsızlar, devletlü tetikçiler) sahiplenmeye çalıştı. Ölümünden yirmi yıl sonra dikilen heykelinin açılış töreninde olanlar ise tam bir trajediydi. Açılışı yapacak olan devlet büyüğünün başına ardı ardına üç defa kuşların pislemesiyle başlayan kargaşa, kuşlara ateş açılmasıyla devam etti. Kuşlarla yaşanan çatışmada üç bürokratın kafasına pislendi, dört karga yaşamını yitirdi. Heykelin öne uzanan koluna konan kuşu vurmaya çalışan askerin mavzerinden çıkan mermi heykelin kolunu koparıp, heykelin kolu devlet büyüğünün daha küçük olan yardımcısının kafasına düştüğünde az daha “Büyük Yazar’ın Laneti” bir can daha alacaktı. Lanet daha sonra kitaplaştırıldı ve filme çekildi, yazar ise filme alınmadı. Birkaç gün komada kalan devlet büyüğünün küçüğü ufak bir hasarla sağlığına kavuştuğu için olay unutulmaya terk edildi.

Heykeli de açılışını yapamadan bir akşamüstü ansızın kaldırıverdiler. Heykel kaldırıldığı depoya düzenlenen bir baskınla çalındı. Çok trajikti canım, yaşadığında göremediği ilginin tonlarcasını ölüsüne gösteriyorlardı. Ölü seviciliği hakimdi havaya.

***

Yazarlık bu sebeple zor geliyor, sadece deneyimle başlamış bile olamıyorsunuz. Dayandığınız kapılar olacak, kapının kendisi olacaksınız, belki biraz da yazmanız gerekecek. Yazmasanız da olabilir ancak teknik olarak yazıyor, yani kelimeleri ardı ardına diziyor olmanız beklenebilir. Yazmadan yazar olmanın daha kolay olduğu bir çağdayız. İçeriği gizleyen kelime süsleriyle dolaşacaksınız.

Beklenen köy dürbün istemez. Yazacak olduktan sonra belki de tekrar düşünmeniz gereken konular olacaktır. Fakat unutmayın yeter şartlar, yani dayanacak kapılar, olmadıktan sonra yazdıklarınız da, tıpkı söz uçar olduğu gibi, uçacaktır.

1 yorum:

ergunuğur dedi ki...

Bu yazı bana 'yeni' göründü.
Daha temiz bir anlatım...Ama kalabalık. Kısaltılsa biraz yitirilecek olan nedir? Yazarlık mı? Oralarda olduğunu sanmıyorum.
SELAMLARLA,SEVGİLERLE ...Ergun Uğur