13 Ağustos 2008 Çarşamba

Karanlığı Delen Çığlık

Ormanda kaybolmuştum. Başıma her an birşeyler gelebilirdi. Ve geldi.

Gecenin karanlığını yırtan çığlığı duydum, ve durdum. Beklemeye başladım. Çığlığın ne yönden geldiğini anlamaya çalıştım. Önce kendi konumumu açıkça anlamam gerekiyordu. Ormanın ortasından geçme kararı verdiğimde henüz karanlı çökmemişti. Cesaret gerektirmeyen bir karardı o zaman için. Fakat sürekli kaybolan bir kişi olduğumu unutmam çok akıllıca olmamıştı.

Şimdi hatılamıştım. Sürekli kaybolan birisiydim. Bilmediğim bir ormanda, zifiri karanlıkta patika olduğunu tahmin ettiğim bir yolda yürüyordum. Aylardan Kasımdı ve bunun dışında kesin diyebileceğim fazla bir şey yoktu. Aysız gecelerde dolaşmanın akılsızlık olduğunu anlatan yaşlı hikayelerini hatırladım.

Süregen bir hatırlama haline girmiştim. Çığlığı tekrar duydum. Bu hatırlama halinden çıkmam ve çığlığın sahibi her kimse ona yardım etmem gerekiyordu. Çığlığın ne yönden geldiği, benim nerede olduğum, çığlığın neden atıldığı gibi soruları olay yerine vardığımda düşünebilirdim. Varabilirsem düşünürdüm. Varacağım bile şüpheliyken böyle şeyleri düşünmemeliydim.

Çığlığın geldiği yönü tahmin ederek koşmaya başladım. Birazcık olsun yola benzeyen patikadan çıkmış, en fazla vahşi hayvanların yolu olabilecek bir yola girmiştim. Koştukça ağaçlara, ciddi boyutlardaki bitkilere, ve bir ara ne olduğunu anlamadığım yumuşak bir şeye çarptım. Anlamak için de durmadım. Koşmaya devam ettim ve o yumuşak şeyin benim ne olduğumu anlamaması için iyiden iyiye hızlandım.

Arada bir içgüdüsel olarak bir şeye çarpacağımı hissederek yavaşlıyordum. Ne olduğunu anlamadığım sert bir şeye çarpıp duruyor ve sonra tekrar hızlanıyordum.

Ne kadar süredir koştuğumu bilmiyordum. Çığlığın geldiği yere yaklaşıp yaklaşmadığımı anlayacak bir şey yoktu etrafta. Zaten hiçbir şeyi de göremiyordum. Kalbim güm güm atmaya başlamıştı. Biraz yavaşlayıp durdum. Kalbim güm güm atıyordu gerçekten de. Biraz soluklanmam gerekiyordu. Üstelik bu çığlık neredeydi? Bir kadın çığlığıydı değil mi? Artık hiçbir şeyden emin değildim. Belki de çığlık bilincimin bana bir oyunu idi. Sadece duymuştum, ya kafamda çınlamışsa? Bu düşünceler eşliğinde soluklanırken kalp atımımın oldukça garipleştiğini fark ettim. "Güm gügüm güm gügüm" şeklinde atıyordu, aksak ritme geçmişti. Kalbim için pek hayırlı bir durum değildi açıkçası.

Nabzıma baktım, biraz hızlıydı ancak ritmikti. Bu ses kalbimden gelmiyordu. Dikkatle dinlediğimde kalbim yeniden gümlemeye başladı. Oldukça ağır bir şey, belki de o yumuşak şey, bana doğru yaklaşıyordu.

Çok eğleniyordum. Daha kısa bir süre önce nerede olduğumu anlamaya çalışırken, aynı sorun devam ediyordu üstelik peşimde iri bir şey vardı, çığlık da ortadan kaybolmuştu.

Çok güzeldi canım. Kendimi takdir edip acilen ve durmamdan öncekinden daha düzensiz bir şekilde koşmaya başladım. Artık çığrımdan çıkmıştım. Çarptığım sert ve yumuşak şeyleri önemsemeden iyiden iyiye coşmuş bir şekilde koşuyordum. Çığlığı tekrar duydum. Kadın sesiydi, çığlığıydı.

Aniden orman bitti. Bir açıklığa geldim. Önümde neredeyse yüz metrelik bir boşluk ve ileride güçlükle seçebildiğim bir köprü vardı. Köprünün üzerinde iki karaltıyı güç bela seçtim, itiş kakış halindeydiler.

Eh! En azından çığlığın kaynağına varmıştım. Bundan sonra ne olabilirdi ki.

Güm güm! Güm güm! Güm güm! Güm güm!

Ah! Evet şu "yumuşak şey", onun da beni yakalaması gerekiyordu zaten.

***

Sağ omuzumda bir ağırlık hissettim. Oldukça ağır bir pençe olmalıydı. Birazdan bu pençe kafama, göğsüme, artık neresini uygun görürse oraya çarpacak ben de nazikçe "ah!" diyecektim. Köprüye baktım ki birden:

"Sizi yakaladığım, çok şükür!" sözlerini duydum bir de kesik kesik nefes sesleri. Arkama döndüm ki pençesiz bir canlı, bildiğimiz insandı bu. Evet önce insan olduğuna inanamadım. Ne de olsa bildiğimiz ayı benzeri pençeli bir şey bekliyordum. Sonra da bu şahsın gayet efendi görünüşlü, spor giyimli bir adam olduğunu farkettim. Soluk soluğa konuşuyordu.

"Ormanda kaybolmuştum ki birden bir çığlık sesi duydum. Kısa süre sonra da bir şey bana çarpıp geçti. Toparlanıp peşinize düştüm, ama tazı gibi koşuyormuşsunuz. Ancak yakaladım."
"Üstünüzdeki elyaf kaban mı?"
"Evet, ne oldu ki?"
"Hiç, gayet yumuşakmış."

Birden kendime gelip köprüye döndüm. Yanımdaki elyaf kabanlı adam da döndü. Ancak hala konuşuyordu sanırım.

"Ormana çiş yapmaya girmiştim ama nasıl oldu bilmiyorum çitleri kaybettim. Yürümeye devam ettim ve sonra da hava karardı, hiçbir şey göremez oldum, bir kaç kere çukura düştüm. Gerçekten ümidimi kesmek üzereydim ki siz bana çarptınız. Bu sayede ..."
"Bakın" diyerek köprüyü gösterdim. Köprüdeki ikili itiş kakışı bırakmış normal tartışıyorlardı sanki. Birden yine o çığlığı duydum. Koşturmaya başladık ve sonunda köprüye vardık.

Sarışın açık renk paltolu bir kadınla pelerinli (evet pelerinli) bir erkek vardı köprüde. Kadın ne kadar güzelse, erkek o kadar sert bakışlıydı ve sanırım korkutucuydu. Duygularım birbirine girmişti son beş dakikada.

Bizi farkettiler ve erkek biraz geri çekildi. Pelerinli adam köprünün bize uzak yakasındaydı.

Köprü bel hizasında korumaları olan tahtadan, yaklaşık yirmi metrelik bir köprüydü. Köprünün altı ise karanlıktan sanırım hiç görünmüyordu, ebedi bir çukur gibiydi.

Kadın bizi görünce rahatlamış gibiydi. Bize doğru ilerledi, topuklu ayakkabıları vardı. Biz de ona doğru ilerledik. Aramızda bir ayak mesafe kaldığında kadın beni kolumdan tutarak pelerinli adama doğruöne çıkardı. Kadın kuvvetliydi. Biz de yanlış yerdeydik.

Adama doğru "ilkel şey!" diye bağıran kadınla pelerinli ve şu anda gözleri parlayan tipin arasındaki muhabbete diyecek yoktu.
"Ne oluyor yahu?" diyebildim, ben de şaşırdım diyebilmeme.
Kadın: " Ormanda kayboldum ve tek çıkışın bu köprü olduğunu söyleyen şu pelerinli herife rastladım. Güvenecek başka kimse de yoktu ya. Köprüye geldik ki başladı "kanını emmem lazım, yoksa geçemezsin" demeye. Sinirden çığlık atmışım. Tartıştıkça da sinirlerim iyice bozuldu. Kaybolduk ve eline düştüğümüz tip bir vampir olduğunu iddia ediyor. Bu kadarı da fazla!"
Fazla olduğu doğruydu. Yalnız saçmalık burada bitse iyiydi. Adam vampirdi. Bu oldukça saçmaydı. En son yasadışı vampirin dişleri söküleli elli yılı geçmişti. Bu ilkel de kim oluyordu? Aynen sordum.
"Vampirlerin dişleri sökülerek yasa dışı ilan edilmelerinin üzerinden elli yıl geçti, siz kim oluyorsunuz da insanların kanını emiyorsunuz" demeye yeltenmiştim. Bu sırada vampir bey üstüme atladı ve tedavüldeki tüm kanımı içti.

***

Şimdi ben de bir vampirim. O gece olanları gülerek hatılıyorum. Kadın bize bir oyun oynamamıştı. Kadının boynunda "Vampirlere Karşı Yönetmelik"in bir nüshası asılı olduğu için vampir ona dokunamamıştı. Yasal olarak bunu yapamazdı zaten. Ben koşarken yönetmeliğimi düşürmüştüm ki bu da vampire yasal açık sağlamıştı.

Her neyse. Artık ben de aynı köprüde çalışıyorum, hayatımdan memnunum. Şikayet ettiğim tek şey kadın dırdırı. O sarışın kadın zırt pırt ormanda kaybolup köprüye geliyor. Bir gün yönetmeliksiz olarak buraya gelecek, bekliyorum. En azından önümüzdeki iki yüzyıl buradayım.

Ayrıca sanırım ondan hoşlanıyorum. Sert bir mizacı var ama yüzünü görmelisiniz, tam bir şeytan.

Elyaflı kabanı olan adama gelince, beyimiz ben orada vampir (Üçüncü Dereceden Devlet Vampiri Gorka) efendi tarafından emilirken sarışını da sürükleyerek oradan uzaklaşmış. Korkak tombalak. Sarışın (adı Novak bu arada) ona pek yüz vermemiş. Tombul elyaf kaban giyenleri beğenen kadın tanımıyorum zaten. Bunları da kendisi anlattı, arada bir ziyaretime geliyor.
Geri zekalı.

Dediğim gibi bu acayip köprüde çalışıyorum artık. Yakında Dördüncü Dereceden Vampir olmayı bekliyorum. Terfi işleri biraz ağır işliyor, bir de beni "alaylı" buluyorlar ya o yüzden pek yükseltmeyi düşünmüyorlar.

Olsun ben sonsuza kadar beklerim, artık ölümsüz sayılırım.

Ölümlü bir insan gibi ölene kadar beklemektense durumumun daha iyi olduğunu düşünüyorum.

Hiç yorum yok: