5 Haziran 2008 Perşembe

Neden Avusturalya'ya Gitmiyorum?

Avustralya’ya neden gitmiyorum? Gitmemem için bir engel mi var da, Avustralya’ya gitmiyorum. Hatta Avustralya nereden çıktı?

Geçtiğimiz aylarda zamanla kafamda bu sorular belirginleşti. Neden bu sorular belirginleşti? Bu da bir soru, belirginleşiyor, tam bir soru olana kadar boşlukta yukarıdaki soru kalacak.

Avustralya’ya neden gidilir ki, gidiliyor? Ülke dışına çalışmak veya kaçmak için çıkılırdı eskiden. Çalışmak için dünyanın öte bucağına gidecek durumda mıyım? Şimdi de çok önemli bir işte çalışmadığım doğru, ama çalışmak için gitmek istemiyorum. Kaçmaya gelince kaçacak bir mevzum yok, kovalanmıyorum.

Çalışmayı sevmiyorum, en azından benim gibi kapı kapı dolaşıp muhtemel alıcıyı, satacağım malın o andaki eve ne kadar gerektiğine ikna etmekten ibaret işlerde çalışmak hiç zevk vermiyor. Kapı kapı dolaşıp çelik tencere satmaya çabalamak da cabası. Hangi çağdayız? Bilgisayar çağını bitirirken çelik tencere satmaya çalışmanın alemi var mı?

Bilgisayar çağı bitti bitecek derken ben elimde çelik tencerelerle kapıları dolanıyorum. Çelik olmasa ne olacak? Patron fikir sıkışması mı yaşıyor, parasını nereye yatıracağını mı çözemiyor? Arada bir müdahale etmezlerse ölmek çok mümkün. Öldüğümü de söyleyebilirim. Satıcılık konusunda yetenekli olmadığım daha ilk günden bu yana belli olmakla birlikte bir şekilde bu işe girmişim. Başka bir meslekte daha başarılı olacağım daha da şüpheli olduğundan bu işte kalıyorum.

Bu işten nefret ediyorum. Herhangi bir şeyi satmaktan.

Patronum, isterseniz işveren deyiverin, Kerim Bey’in gözleri üzerimde. Üzerimde olması da gerekmiyor, para almam için satış yapmam gerekiyor. Parça başı çalışmak karmaşıklaştırıyor. Pek fazla kazanmıyorum, yaşadığımdan şüphelendiğim oluyor bazı an.

Yaşım daha otuz bile olmadı. Emekliliğim bu hal ve gidişle kırk yıl sonraya devredilmiş bir ihtimalden ibaret. Düşük bir ihtimal için yaşadığıma göre neden bu ülkede kalmam gerektiğini çözemiyorum. Avustralya’da da ölünebilir pek ala?
Hatta, neden Avustralya olmasın? İhtimalse, o da ihtimal. Bana da birkaç metrekare çorak arazi vermezler mi? Kalabalık bir ülke de değil. Aynı zamanda hem kıta, hem de ülke. Arazi bol, insan az olduğundan umutluyum. Ada olduğu için komşusu da, en azından sınırı geçip savaşılacak bir muhatabı da yok. Avustralya’nın kendine ait bir savaşı da yok. Avustralya-Fransa veya Almanya-Avustralya diye bir savaş ve hatta futbol maçı da hatırlamıyorum. Demek ki futbolla savaş iç içe geçmiş. Savaşmayan ülkelerin futbolu da gelişmiyormuş.

Koca kıtayı işgal de edemezler. İşgale değmeyecektir sanırım. Birleşik Krallık olmasaydı kıtanın yerlileri için savaş fikri de, savaşın kendisi de olmazdı. Bu olasılık, Antartika için de geçerlidir. Antartika’nın tek eksiği insanlığın oraya daha gevşek adım atmış olmasından kaynaklanıyor.


***

Komşunuz olmaması, bir apartman sakini için de sakin olarak kalma ihtimalini artırıyor. Komşuların varlığında ise sakinliğin yerini gergin bir yalan hali alıyor. İşin içine kurumlar giriyor, kapıcı, temizlikçi, şucu ve bucu görevler ortaya çıkıyor. Apartman yöneticisi için varlığınız ayda bir “Nasılsınız Sayrık Bey?” diye başlayıp, “Fener’in hali”, “memleketin durumu”, “su sıkıntısı”, “kene zararlısına karşı ne yapmalı?” gibi başlıklarda fikrinizin alınması oluyor. Aidat alan kadar ve aidat verildiği sürece bu muhabbetcengiz geveleme devam ediyor. Aidat geciktiğinde ise kimliği değişen yönetici tarafından devreye sokulan cümle şöyle oluyor:
“Sayrık Bey aidatı geciktirdiniz. Nereye gidiyorsunuz?”
Belki de bu soru yüzünden “Avustralya’ya…” diye cevaplıyorum içimden.

Evet evet tam da bu yüzden içimden bir gürültü kopuyor, ama içimden.

Aidatı ödemediğim, sorumsuzun önde giden olduğum için bu topluma çok büyük zarar verdiğimi ben de biliyorum. Adı üstünde "aidat", yani aidiyet bedeli. Adam küçükkafalı ama haklı, aidiyet duygusuzluğumdan dolayı sorun benim. Benim yüzümden aksıyor sosyal düzen, memleketi batırdığım da doğru. Bir defasında belediyeye ait bir binanın duvarına işemiştim, daha önce de ilçe emniyet amirliğinin duvarına kafa atmıştım. Böylesine düşman biriyim. Bu telkinlere inanmamak mümkün mü? Değil.

Zararlı bir insan olduğum için daha önce suçluları yolladıkları adaya gitmek istiyorum. İstiyor muyum? Neden gitmiyorum, asıl soru bu... Gidersem ne yaparım, tabii ki yaşam koşullarımı da düşünüyorum.

Avustralya’da müstakil evde yaşayabilirim, hatta Aborijinlere katılabilirim, bir süre makyaj yapmam gerekir. Yeterince koyu renkli değilim, açık renkliyim ve saçlarım, biraz eksildi. Eskiden vardı. Aborijinler gibi koyu esmer ve rastalı saçlarımın olması imkansız artık. Ancak onlar kadar ilkel, yani doğum halinde bir insanım. Doğal olduğumu sanıyorum. Doğal hayata dönmeyi amaçlıyorum. Asosyalliğin en doğal hali bu olsa gerek.

Avustralya’da sosyal hayat nasıldır? Sosyal bir ülke midir Avustalya, ada ülke olduğu için yeterince sosyal olmalarını beklemiyorum. Ülke olarak sosyalleşmek, komşu ülkelerle sürekli ziyaretleşmeyi, uzak ülkelerde yatıya kalmayı gerektiriyor. Bana kalırsa Dışişleri Bakanlığı, ziyaretleri, çay saatlerini ayarlama, konuklara pjama ve çarşaf ayarlama bakanlığı olarak yeniden organize edilmeli. Avustralya’nın bir bölümü, kuzeyi mesela, Türkiye’ye yatıya gelse, herkese kalacak yer ve çarşaf ayarlamak kolay bir iş olmayacaktır. Otellerde kalınmaz, madem yatıya geldiler evlere dağıtmak gerekir. Bu samimiyette bir ülkeye savaş açmak da zorlaşır. Küsmek mümkündür. “Bizim altın günümüze gelmediler!” diye iki ülkenin arası açılıp birbirlerinin arkasından dedikodu yapabilirler. Diplomasi de bu değil mi?

Ama iki ülkenin ilişkisi parası olanların ilişkisi olduğundan böylesi yatıya kalma problemleri yaşanmıyor. Çok yıldızlı otellerde her türlü hizmeti alarak kalabiliyor sanayi ve ticaret erbabı. Ya biz? Biz de ilişkilerimizi geliştirsek o ülkeyle. Mesela Trabzon'un bir ilçesindeki tüm insanları bir haftalığına Sydney'e götürüp halkla kaynaştırsak güzel olmaz mı?

Savaş sanayisini de çökertebilecek bu samimiyet buhranı, en azından denenmelidir…




II

Avustralya diyordum, ne güzel ülke… Görmesek de anlatılanlar her zaman güzel. Her yer için.

Avustralya’ya gitmeden önce kıta hakkında biraz bilgi edinmeye çalışıyorum. Canlı tanıklara ihtiyacım var, o yüzden İstanbul'un turist cennetinde bir souşturma yürüttüm. Önceki sonbahar Sultanahmet’te bir Avustralyalı ile tanıştım, nereli olduğunu sorduğum otuz sekizinci kişiydi. Tanıştığımızda sanıyorum Türkiye’ye henüz gelmişti. Seyyah ishalini halen atlatamamıştı. Yemeklerimizi merak etmesinin cezası olarak yoğun bir tuvalet trafiği yaşıyordu. Konuşma çabamız da sürekli olarak “toilet” diyerek bölüyordu. “Toilet” yüzünden derinleşemeyen muhabbetimiz, Syndey’den geldiğini söyleyen bu kadın tarafından iki gün sonra unutulmuştu. Asıldığımı mı zannetti acaba? Tekrar karşılaştığımızda Kate’e sarılarak “nasılsın, ishalin geçti mi?” diye muhabbetimize kaldığımız yerden devam etmek istedim. Soğuk tavrından muhabbetimizin kaldığı yerden devam etmemesi gerektiğini anladım.

Kate, beni tanımamayı tercih etti. Belki de hatırlayamamıştır, emin olamıyorum. İshali yüzünden böyle yaptığını düşünüyorum, ancak ishalin hafıza kaybı yaptığını sanmıyorum. Avustralyalıların sıcak insanlar olduğundan eminim. Yalnız bizim mutfak, özellikle de çok merak ettikleri kebaplar, mide ve bağırsaklarına pek yaramıyor. Soğuk insanlar değiller, Avustralya sıcak bir ülke. Bakışlarından anladığım sıcak bir tanıyamama haliydi. Öyle olmalı. Evet, başka açıklama bulamıyorum.

İnsanlarla, Avustralyalı olanlarla ilgili araştırmalarıma bir süre ara vermeyi tercih ettim. Şimdilerde kanguruları araştırıyorum.

Kangurular neredeyse Avustralya adı ile özdeşlemiş hayvanlardır. Araştırmalarım ise oldukça ilginç bir gerçeği ortaya çıkardı. Onsekizinci veya ondokuzuncu yüzyılda ada-kıtayı sömürgeleştirmeye, yada önce keşfetmeye gelen İngilizler olduğunu zannetiğim kişiler, kanguruları görüyor ve “bu hayvanın adı nedir?” diye soruyorlar. Tabii ki adanın yerlisi, gezginlerimizin rehberi olan kişiye soruyorlar. Yerli ise halen kullanmakta olduğumuz “Kanguru?” cevabını veriyor. Gezgin arkadaşlar kangurunun sonundaki soru işaretini görememişler tabii. Bu konuşmayı dilimize çevirirsek:

Gezgin: Bu hayvanın adı nedir?
Yerli: Bilmiyorum?

Bilmiyorumun sonundaki soru işareti de “nereden bileyim?” demek oluyor.

Bütün Avustralya kıtası kendi topraklarındaki adı “bilmiyorum” olarak tercih edilen bir hayvanla tanınıyor. Ne olduğunu bilmediğiniz, o vakte kadar hiç ilgilenmediğiniz bir şey tarafından tanınıyor Avusturalya! İlginç, değil mi? Cevabı veren kabilenin üyeleri etraflarındaki canlılara isim vermeye bile gerek duymuyorlar. Kangurunun adı yok! Diğer hayvanların var mıydı? Bütün hayvanlar kanguru muydu?

O cevabı veren yerli, gezginler için adı kanguru olan hayvanlar listesi hazırlayabilirdi. İnanın o listenin hazırlanmamış olması bizim için büyük bir kayıptır. İsim bile koymayan kabilelerin liste hazırlamayı umursamaları mümküm değil. Yine de bu umarsızlar kabilesini ilkel komünal toplum yönünden incelemek ilginç olacaktı. Aslında Avustralya’nın keşfi ile bu yerli kabilelerin tavrı arasında bir bağlantı var. Keşfedildiğinde insanlık için büyük bir şaşırmaya neden olmayan tek kıta da Avustralya zaten. Amerika bulundu diye cenneti bulduğunu sanmış Avrupa'nın yoksulları ve kilisesi. Ama cennet falan olmadığını anladıkları için umarsız davranmakta da haklılar. Adalılar ise dışarıdan birilerinin kendilerini bulmasını beklemiş olamazlar. İnsanlık böyle bir beklenti halinde mi? "Şu gezegenden gelecekler" diye bekleyen var mı?

Umarsızlık tek başına ada toprağını çekici kılmaya yetiyor. Kanguruların halen bir adı yok. İsim koymaya tapınan insanoğlu bu sorunu çözememiş.

Her neyse efendim. Avustralya’ya neden gitmiyorum ki? Gideceğim, kesinlikle gideceğim. Avustralya’ya gideceğim, Zimbabwe’den hemen sonra. Zelanda’nın neden "yeni"lendiğini de çözeceğim. Eski Zelanda'yı bulacağım. Bolivya’ya Avustralya’dan sonra varacağım. Dolaşacağım efendim.

Hele şu yol parasını biriktireyim. Üç teneke parçasından o parayı çıkarıp önce İETT otobüsüne atlayıp metroya varacağım. Yolculuğum böyle başlayacak.

Bir gün mutlaka buralardan kaçacağım.

Hiç yorum yok: