7 Mart 2008 Cuma

Drakula'nın Kontu Holmes'ün Dedektifine Karşı


I
Karanlık, soğuk ve sıkıcı bir Transilvanya akşamıydı. Transilvanya’nın görkemli şatosu “Yeni Fırıncı Şatosu” geceyi tepelerin üzerinden izliyordu. Ortalık her an bir yaratığın şaka yapacağı şekilde sessizleşmişti. Ağaçların yaprakları titriyor, köylülerin evlerinin tavanları ses çıkarmak için çırpınıyordu. Bir uğultu yavaşça evlerin tavanlarını yaladı ve şatoya doğru yöneldi. Uğultuya bir karaltı eşlik ediyordu. Uğultulu karaltı şatoya yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Şatonun sarmaşıkları ürperdi ve şatonun en yüksek kulesinin tepesine konan karaltıyı sadece otlayan inekler ve birkaç köylü gördü. Köylüler hemen yakınlardaki diğer köylülere olan biteni anlatmaya gittiler. Sıkıntılarını ve acılarını aşacak bir hikâyeleri olmuştu.

Kont yavaş yavaş ve kimsenin kendisini fark etmediği gibi ahmakça bir düşünceye kapılarak kuleden içeri süzüldü. Katları insan gibi yürüyerek yani tek tek inerek kuleden şatonun salonuna doğru ilerledi. Şato kırk iki oda, üç salondu ve şatoda ikamet etmekte olan Bay Holmes bu şatoyu Londra'da bir emlakçiden depozito vermeksizin oldukça ucuz fiyata kiralamıştı. Aslında ta Londra'dan Transilvanya'da bir şatoya gelmek çok da akla uygun bir şey değildi fakat kırk iki oda, beş salon hem de dayalı döşeliydi. Böyle olunca o sıralarda psikotik bir atak geçirmekte olan Bay Holmes'ün ta Londra'dan buralara gelmesini akılcılaştırmıştı. Gelir gelmez şatonun adını değiştirmişti ve “Yeni Fırıncı Şatosu” yapıvermişti. Londra’da kaldığı sokağa gönderme yapıyordu ve bunu kimse anlamıyordu.

Kont ise gayet rahatsız edici mide gurultuları çıkararak merdivenleri iniyordu. Birden karşısında bir hayalet cisme büründü. Takım elbiseli, kel kafalı ve ahmak görünüşlü bir adama dönüşen hayal elinde bir tutanak defteri tutuyordu. Tutanak defteri açık pembe renkli bir dosyanın üzerinde duruyordu. Tıraştan kızarmış suratın uyuzluğunu değerlendiren Kont bir an hayaletliğin değerinin düştüğünü düşündü. Birdenbire, hem de kendisinin de yeni damladığı bir şatoda karşısında biten bu ahmak tipin ne anlama geldiğini bulamıyordu ve acıkmıştı.

“Kont Vlad Tepes?” diye sordu çok memur kılıklı ve kravatı kendinden daha ebleh görünen tip. Kont’un tepesi attı. Bu saçma efsane hala sürüyor muydu? Yok Eflak Boğdan Prensi Kazıklı Voyvoda namlı büyük prens Tepes’den bahsediyordu ama Kont’un olayla hiçbir ilgisi yoktu ve acıkmıştı, midesinden gurultuyla karışık ayaklanma sesleri geliyordu.

“Siz misiniz?” diye sorusunu hatırlattı o an orada gereksiz duran eşyadan (ki bu eşya tamamen orada unutulmuş olan bir askılığa asılı duran tencere idi) daha da gereksiz görünen memurcuk.

“Hayır, efendim ben değilim, kaç yüzyıldır bıktım bu saçmalıktan ve saçma sorudan. Bir voyvoda ile benim gibi binlerce yıldır lanetlenmiş ve şu an açlıktan ölmek üzere olan bir vampiri karıştırmanızı anlamıyorum.” Derken burada soruları niye bu acayip şeyin sorduğunu anlamadığını fark edip “asıl sen kimsin yahu?” diye soruverdi.

“Vampirlik Kanun ve Yönetmeliklerini Uygulama Savcısı Niteç İdiont” diye kendisini tanıttı ve sorusunu tekrarladı: “Vlad Tepes değil misiniz?”

Kont artık bağırarak “hayır değilim, ben açlıktan ölmek üzere olan ve sayenizde mide kanaması geçirecek olan Kont Drakula’yım ve Vampirlik kayıtlarıma bakarsanız göreceksiniz, soylu bir vampirim.”

“Kont Drakula, Kont Drakula,…” diye tekrarlayarak sayfaları karıştıran Savcı Nitec Kont’un dişlerinin parıldadığını görmüyordu. Görse de ilgilenmezdi ne de olsa damarlarında akan kan değil savcılık güdüsü idi.

“Evet Kont Drakula, M.Ö. 330’dan bugüne vampir, Transilvanya Vampirler Odası’na kayıtlı, ooo.. epeyi fazla leşiniz var, çok savaşa katılmışsınız, ilginç…”
“Yeter artık! Benden ne istediğinizi sorabilir miyim? Açım diyorum hemen birini boğazlamam gerek!”
“Şatoya nasıl girdiğinizi sorabilir miyim?” dedi Savcı Nitec,
“Kuleden. Pencere açıktı ben de daldım içeri?”
“Peki sizi kimse görmüş olabilir mi acaba?”
“Zannetmiyorum ben yıllardır, açıkçası asırlardır bu işi yapıyorum. Gözümden kaçmış olamaz.”
“Bize gelen tutanağa göre kuleye dalışınız tüm köy ahalisi tarafından görülmüş. Üstüne üstlük çok iyi bilmeniz gerekir ki ‘vampirler davet edilmedikleri eve girmezler!’ Davetiyenizi görebilir miyim?”


Bürokrasi! Bu bürokrasiydi, korkunç cani. Fransız Devrimi’nden sonra iyice boyutlanmıştı. Özellikle de 20. yüzyılın başlarında başına musallat olan bürokratik kurallar Kont’u zıvanadan çıkarıyordu. Binlerce yıldır soranı karışanı olmamış olan aristokratların bir mensubu ve pek tabii bir vampir olan Kont bürokrasi ile karşılaştığında aklına Kadeş Savaşı geliyordu. Savaş sonrasında iki tarafın imzaladığı varsayılan (ancak tablete kazınmış olan) o belgenin ortaya çıkması herhalde her şeyi berbat etmişti. Kont savaşa katılmamış ama savaşın ardından meydanı dolaşmış ve yıllarca yetecek kadar karnını doyurmuştu. Kadeş’e kızdığı kadar Hamurabi’ye de kızıyordu tabi. Birden savcının sesiyle irkildi:

“Size soruyorum Kont Drakula!” Savcı’nın her daim tepkisiz olan yüzünde bir gerginlik mi görmüştü? Yok canım, bal kabağı kadar tepkisizdi bu herifçik.

“Davetiyem… E… var evet.” Diyerek ceplerini karıştırmaya başladı. Ceplerinden çıkan sarımsaksavar ve vergi iade bildirimi formlarını askılıktaki tencerenin içine bıraktı. Tencere? “Bir an bu tencerenin de burada ne işi var?” diye düşündü. Karıştırdığı ceplerinden bir düğün davetiyesi çıkardı. Davetiye yaldızlı kağıt üzerine yazılı olarak “düğünümüzde sizi de aramızda görmek isteriz” yazıyordu. üst başlığında ise hitap yer alıyordu ve Kont Drakula yazıyordu. Drakula’nın karalanarak yazıldığı oldukça belliydi. Düğün yeri Bartok şatosu olarak bildirilmiş ise de tarih en az on yıl öncesine aitti. Savcı davetiyeye bakarken bir anda “iyi de bu davetiye kâğıdı vampirlik standartlarına uygun değil!” deyiverdi. Kont Drakula bu durumlarda genellikle yaptığı gibi tüm kudretini kullanarak Savcı’yı atomlarına ayırmıştı. Pekâlâ, savcı yeniden vücuda gelebilirdi fakat “atomlarına ayrıldığı için yeniden aynı atomların bir araya toplanması yüzlerce yıl sürebilirdi. Sırf bu sebeple kontun yaptığı cinayet sayılmazdı ki zaten öldürülen biri yoktu üstüne üstlük yaşasa bile böyle bir tipin neye katkısı vardı ki?


“Kural kural kural… Bütün azameti gitti vampirliğin, yok belge doldur, yok girmeden önce izin al. Yakında boynuna saldırmadan önce İncil üzerine yemin etmemizi de isterler. Bir de haç öpersek tamamdır” diye sayıklayarak merdivenleri inmeye devam etti.


***

Holmes düşünceli bir tavırla pencerenin karşısındaki duvara bakıyordu. Aslında bir şey düşündüğü söylenemezdi ancak yıllar sonunda bu şekilde durmanın ona şans getirdiğine inanıyordu. Duvarda asılı resim ise gayet basitti. Doğa ve avlanma tasviriydi ki en adisinden. Resmin tek garipliği, ona da gariplik denirse, hayvanların olması gereken avlanma sahnesinde ellerinde baltalarla inekleri kovalayan kısa pantolonlu cengâverlerdi. Holmes, duvara bakmaya başladığında elindeki baltayı yukarı kaldırmış olan insan tasvirinin ne kadar ilkel olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kısa ve mor pantolonlu olmaları dışında açıklanamaz bir durum yoktu. Holmes resme değil resmin tam arkasındaki duvara baktığından bakışları oldukça boşalmıştı, duvarın içinden ufka bakıyordu sanırdınız.

Kapıyı hızla duvara çarparak açan kâhya bir saksağan gibi sekerek Holmes’ün yanına geldi. Nefes nefeseydi ve ağzını konuşma şekline sokup “Bay..” demişti ki Holmes sol elini havaya kaldırdı ve kahya bu hareketin ne anlama geldiğini anladı. Kâhyaya kalırsa Bay Holmes çok düşünceli bir efendiydi. Ne zaman gelse aynı duvardaki aynı resme (aslında resmin arkasındaki duvara) dalmış oluyordu. Zaman zaman “ne düşünüyor acaba?” diye düşünürdü. Fakat ağzını ne zaman açsa Bay Holmes kendi tarafındaki elini havaya kaldırıp bu defa da öyle beklemeye başlardı. Bir defasında tamı tamına yarım saat boyunca konuşmak için beklemiş fakat Bay Holmes kolunu indirmediği için lafı ağzında kalmıştı. Bir deneyeyim diye Bay Holmes demiş fakat Bay Holmes tam o sırada kolunu indirmişti. Hayatında yaşadığı en büyük gerilim bu olduğundan kâhya için Holmes çok düşünceli ve derin birisi olarak görülüyordu. Holmes ise o sırada kolunun neden havada olduğunu unutmuş fakat laktik asit birikimi nedeniyle peydahlanan ağrıdan dolayı kolunu indirmişti. Kâhyanın konuşmaya çalıştığını anladığında ise tekrar havaya kaldırıp beklemeye başlamıştı. O gün kahya için hayatın anlamı ve eziyet aynı çuvala sığmıştı.
Holmes kolunu havada tutarken nefes nefese kalmış bir inek gördüğünü düşünmeye başladı. Fakat resimdeki inek çok duygusuz çizilmişti bu inek o olamazdı. Nefes sesleri nedeniyle resmin arkasındaki duvardan ilgisi dağılan Holmes yavaş yavaş “ineğin resimde neden nefes nefese tasvir edilmediğini, nefes nefese kalmamış bir ineğin neden nefes sesleri çıkardığını, yanıbaşında kokmaya başlayan ağız kokusu ile ineğin ne alakası olduğunu, su faturasını ödeyip ödemediğini ve çocukken halasının yaptığı kurabiyelerin havuçlu mu yoksa portakallı mı olduğunu düşünmüş, portakallı kurabiye yaptırmak için kahyayı çağırmayı, kolunu tekrar neden havaya kaldırdığını” düşünmüş. Kâhyanın çürük yumurta kokusu çıkaran ağzı Holmes’ü derin olmayan düşüncesizliğinden ayıltmıştı.

“Burada mıydın Watson? Ben de portakallı kurabiye isteyecektim, hazırlatabilir miyiz lütfen?”
Kahyanın adı her ne kadar Lukaş olsa da Holmes ona inatla Watson adıyla hitap ediyordu. İlk zamanlar bu duruma şaşıran Lukaş ise artık bir tepki vermez olmuştu. Ne de olsa Bay Holmes’ün bir bildiği ve sürekli düşündüğünü zannettiği bir şeyi vardı.

“Bay Holmes kuleden bir şey şatoya girdi!” dediğinde sonunda rahatlamıştı. Görevini yerine getiren bir er kadar memnun ve boş gözlerle Holmes’e bakıyordu. Holmes ise:
“Portakallı mı yaptırsak havuçlu mu?” diyerek düşüncesini açığa vurdu.
Afallayan Lukaş:
“Portakallı olsun, şu anda havucumuz yok.” diye cevaplarken söylemesi gerekenin bu olmadığını düşündü ve tekrarladı:
“Kuleden bir şey şatoya girdi Bay Holmes!”

Holmes gayet sakin bir şekilde alt dudağını yakmakta olan piposundan bir nefes çekip dumanı Lukaş’ın suratına üfledi. Ardından “farkındayım Watson. Bunu kafana takma, ben ilgilenirim…” dedi. Lukaş ferahlamak ile afallamak arasında salınan bir sarkaça dönmüştü. “İyi de” diye düşündü Lukaş “bu normal bir durum olamaz”dı. Bir karaltı, her ne olursa olsun kuleden içeri girmezdi, girmemeliydi. İçeri giren şeyden korkmak gerektiğini düşündü. Bu düşüncelerin başını ağrıtması ihtimali onu her zaman geveze yapmıştı, düşündüklerini yazana kadar o çoktan:
“Ama Bay Holmes nasıl bilebilirsiniz ki? Bizim şatonun en tepesinden davet ettiğimiz bir kişi yok ki?” demişti artık ve Holmes da şu cevabı vermişti:
“Bu mevsimde havuç nereden alınır ki?”
Lukaş’ı bu sorudan sonra daha da huzursuzlandı. Havuçları şatoya yük taşıyan arabanın atlarından solda konuşlananı bir anda yutuvermişti çünkü. Birden bu havucun yeri ve zamanı olmadığını düşünerek kollarını sallamaya ve kendi ekseninde dönmeye başladı. Holmes’un hafiften ilgisini çeken bu davranışa cevabı kısa ve netti:

“Ne zaman pişer?”

***

Kont’un uzun zamandır mide (veya o bölgede bir şey!)den rahatsızlığı vardı. Yıllarca bürokratik kurallar nedeniyle önüne gelen canlının kanıyla beslenmek zorunda kalması nedeniyle midesini (mide denirse tabi) bozduğunu sanıyordu. Midesinin neden bozulduğunu danışmak için gittiği doktorun “mideniz yok” demesi üzerine hızla oradan buharlaşmıştı. Konu iyice karmaşıklaştığından bu durumda yapabileceği tek şeyi yapıp Başvampirlik’e dilekçe yazarak “vampirlerde görülen ekşime, bulantı ve ağrı sorununun neye bağlı olacağı”nı sormuştu. Başvampirliğin cevabı Kont’un korkularını depreştirmişti. Cevap şöyleydi:

“Transilvanya Vampirleri Odası’ndan Kont Drakula,

Başvampirliğimize yaptığınız başvurunuz “Vampir Patolojisi” kurulunca incelenmiş olup vampirlerin bu tarz rahatsızlıkları olmaması gerektiği kanaatine varılmıştır. Rahatsızlığınızın psikolojik olması olasıdır. Olmayabilir de. Fakat bu iki durum dahi vampirlerin varlıklarıyla ilişkili bulunamamıştır.

Hayret içindeki bakışlarımızla.

Başvampirlik.”

Bu arada yüzellinci basamağı inerken merdivende bir gariplik olduğunu, sonunda, sezen Kont bir an duraladı. Bu kadar eğimsiz, yayvan merdiven olamazdı ki? Merdivenler neredeyse düzdü, bir süre sonra Kont yürüme hızıyla bir yere varamayacağını anlayarak daha da hızlandı. Hızlandı ne kelime “vampirliği de unuttuk eşek kanı içe içe” diye söylenerek birden duman oldu. Doğrudan doğruya duvara hamle etmişti. Duvardan geçerek salona varmak dururken neden yürüyordu ki? Vampirlerin buharlaşarak duvardan geçebilme özelliği ise Kont’un haberi olmaksızın yayınlanan bir genelge ile yasaklanmıştı. Kont duvara vardığında yasakla tanıştı. Duvara toslayarak çıkarttığı tozun içinde debelenerek yarasa kanadı çırpmasını andıran hareketler yaptıysa da fayda etmedi.

Kont davetsiz olarak bir meskene giren vampirler hakkındaki yönetmeliği de okumamıştı. Okuma şansını ise bir süre önce Savcı Nitec’i ortadan kaldırarak yitirmişti. Savcı Nitec’in amacı sadece bazı genelgeleri ve ödemesi gereken faturaları hatırlatmaktı, fakat Kont’un sabırsız ve antibürokratik tavrı onu şu anda toz toprak içindeki bir kulede düşünmeye sevk ediyordu.

***
Lukaş, Bay Holmes’ün derin olduğu kadar anlayamadığı, anlayamadığı için derin olduklarını sanmaktan ise sıkıldığı fikirlerinden uzaklaşmaya karar verdi. Geliş hızından biraz daha düşük bir hızla salondan dışarı çıkmış ve kendisinin takriben sekiz katı büyüklüğünde olan ahşap kapıyı hızla üzerine çekmişti. Kapı öyle bir gürültüyle çarpmıştı ki Lukaş bir an gündelik hayatını unuttu, kapıyı düşündü ve aniden odaya dalarken yaşadığı paniği hatırladı.
Bir anda mutfağa yöneldi, koşmaya başladı. Durdu. Yavaş giderse panik yapmazdı. İki adım öne attı, duraladı, bir adım geri attı. Geri dönüp üç adım ilerleyip yine durdu. Tersine dönüp bir adım geriledi. İki adım ileri derken kafasından şunlar geçiyordu “silah bulmalıyım, mutfağa gideyim, iyi de orada sadece bıçak, en fazla bir satır vardır? Ne yapacağım onlarla? Mahzende tüfek vardı galiba, mahzenin anahtarı da bende olmalı. Mahzene gideyim. Anahtarı hangi cebime koydum. Lanet olası eşek kılıklı at, anahtarı arabanın içinde unuttum. O zaman yardım çağırayım. Neyle?” Koridorda bir ileri bir geri yürürken dış kapının çalması üzerine korkuyla dış kapıdan gelen “Tak Tak” seslerine döndü. Panik geri geliyordu. Kapıyla arasında elli metreden fazla olmasına rağmen korkuyordu. Korkması doğaldı, şatonun mimarının kilise akustiğine özendiğini bilmiyordu. Akustiğe özenen mimar şatoya korkutucu bir akustik kazandırmıştı. Tavanda sinek uçsa kapının yerinden duyulabilecek kadar hassastı akustik. Sadece arada hava boşluğu olması yeterliydi. Şu anda elli metre ötesinde çalmasına rağmen kapı burnunun dibinde görünmeye başlamıştı. Bu bir yanılsamaydı, şatonun mimarı böylesine acayip bir optik bilgisine sahip değildi. Lukaş akustiğin etkisiyle alan derinliği yanılsaması yaşıyordu.

Kapı halen çalmaktaydı ve bu yankı sistemi Lukaş’ın sinirlerini allak bullak etmişti. Kapı açıldı, kapıyı açan mutfaktan koşturarak çıkan Ergina’ydı. Ergina, dört ay önce henüz sonbahar kapıdan çıkmamışken şatoda çalışmaya başlayan hizmetçiydi. Holmes’ün şatoya gelişinden tam bir gün sonra işe başlamıştı. Kapıyı açarken sadece yemeği yakmaması gerektiğini düşünüyordu ama kapıdaki adamlar güruhu başka bir ruh halindeydi:

“Bu şatoya girdiğini gördük!” diye bağırıyordu en öndeki iki metreye beş kala boy uzaması durmuş adam. Arkasındaki meşaleli topluluk kendi aralarında bağrışmaktaydı.
“Kan içici obur!” “Irz düşmanı” gibi ünlemeler arasında Lukaş yavaş yavaş kendisine geldi. Korkusu geçmedi, biçim değiştirdi. Bu kalabalık da nereden çıkmıştı? Yemekle kalabalık arasında kalan Ergina’yı geri çekerek kulağına bir şeyler fısıldadı ve kalabalığa döndü:
“Neden bahsediyorsunuz siz?”
“Eşek katilinin buraya girdiğini gördük”
“Hayır görmedik ama bu tarafa doğru geldiğini gördük”
“Eşeklerimizi mundar etti köpoğlusu”
Lukaş Transilvanyanın yerlisiydi fakat bu güruhun yerli olmadığını, daha doğrusu kısmen yerli olduğunu, açıkçası çingenelerden ibaret olduğunu anlamakta güçlük çekmedi. Sakinleşmeye ve anlamaya çalışarak iki elini yavaşça “sessiz olun” mealinde yukarıdan aşağıya indirdi. Boyu iki metreye az kalmış olduğu için bu mesafeyi kafasındaki kocaman şapka ile kapatan adama döndü, yukarı bakarak:

“Lütfen anlatın neler oluyor, biz de kuleden içeri bir şey girdiğini gördük ama ne olduğunu bilmiyoruz!” Konuşurken kendisini yitirerek bağırmaya başlayan Lukaş sakinleştirici görünümünden hızla çıkmıştı. Sakinleştirici kargaşa.

İri olan: “Bizim eşeklerimizi boğazlamaya çalışan hırbonun biri o! Tam hepsini halledecekti ki yaşlı Hofus’un görmez gözleri açılıp bağırmaya başladı. “İblis” diye bağırıyordu, gözleri -ki yıllardır çukurlarına gömülü idiler- faltaşı gibiydi. Peşine düştük, sürekli biçim değiştirerek bizi kandırmaya çalıştı. Çakal oldu, kurt oldu, yarasa oldu her seferinde kafasına sopayı indirince uçmaya başladı albızın dölü. Düşe kalka takip ettik ve bu şatoya yöneldiğini gördük. Bu şato lanetliydi değil mi?” diyerek garip bir tonla konuşmasını bitirdi. Bir an Lukaş “portakallı kurabiyeden daha açıklayıcı” düşüncesiyle Bay Holmes’ün anlamsız hareketlerinin lanetten kaynaklanabileceği kanaatine varıyordu. Lanet Bay Holmes olabilirdi…

“Lanet mi ne laneti?” demiş bulundu.
“İsarkurob Laneti derler bilmiyormusun?” diye sordu arkalarda yer alan sakallı ve tam bu lafı edecek cinsten çatlak bakışları olanı.
“İsarkurob da kimmiş” diye lafa karışan Holmes idi.

***

Kont başına geleni anlamıyordu. Merdivenlerle niye uğraşıyorum diyerek duvara tosladıktan bir süre sonra hızla aşağıya koşmaya başlamıştı. Koşarken kulenin el boyundaki ışık deliklerinden gördüğü kadarıyla aşağıya inmiyordu. Aynı yerde kaldığı düşüncesiyle irkildikten sonra bu aralıklardan geçmek için fareye dönüşmeye çalışmıştı. Bu çabası da duvardan geçme gibi beyhude kalmıştı. Kendisini yerde bir şeylere secde eder vaziyette bulmuştu. Kanı çekilmiş gibi hissetti, ki buna kendisi daha çok şaşırıyordu. Bir ara elini göğsüne attığında az daha kalbinin attığını zannedecekti. Ama atıyordu.

***

Holmes ile kalabalık arasındaki konuşma şöyle devam etti.
“İsarkurob büyük bir beydi ve bu şatonun yüzyıllardır sahibi olan soydan geliyordu.”
“Büyük bir kafası vardı!”
“Karı düşkünüydü!”
“Ne?” dedi Holmes ellerini robdöşambrından çıkarmaksızın.
“Şey .. karı düşkünüydü” diye tekrarladı neden böyle bir laf ettiğini anlamaya çalışan sarışın delikanlı.
“Bu önemsiz delikanlı” dedi Holmes ve kalabalığa döndüğü anda kalabalık kaldığı yerden sayıklamaya devam etti.
“Bakire kurban ediyormuş!”
“Nasıl”dedi Holmes, pozisyonu aynıydı ve robdöşambrın cepleri boştu.
“Yani… bilmiyoruz ki, herhalde kara bir taşın üzerine bağlayıp göğsüne hançer saplıyordur?”
“Dediğinizi şimdi anladım delikanlı” dedi Holmes ve kalabalık bunun ne anlama geldiğini anladı.
***
Bir an Lukaş’ın kulağına fısıldadığı şeye odaklanan Ergina mutfağa doğru yönelirken kalabalıktan pis bir koku geldiğine takıldı. Mutfağa girdiğinde portakalları nereye koyduğunu hatırlamaya çalıştı. Lukaş çok garip davranmıştı. Kalabalığın önünde kulağına “Bay Holmes portakallı kurabiye istiyor” demişti. Bu çok garipti. Ergina Bay Holmes’ün kurabiye yemediğini adı gibi biliyordu. Piposu ve kahvesi dışında nadiren yemek yediğini görmüştü.

***
Holmes’ün kalabalığa gösterdiği soğukkanlı tavır etkisini göstermişti. Kalabalık Holmes’ün duvara bakışını andırır şekilde Holmes’ün arkasındaki kapıya bakar hale gelmişti. Soruların ve bağrışmanın niteliği ciddi oranda düştüğü için Holmes’ün soğukkanlı savunması etkisini kat be kat artırıyordu.


“Yaratık ne olacak?”
Holmes robdöşambırı ile bütünleşerek:
“Ne yaratığı?” dediğinde kalabalık ipnotize oluyordu. Sanki buraya patates fiyatlarını öğrenmeye gelmiş ve tüm patateslerin çimlendiği öğrenmiş gibi kalıyorlardı.
“Peki eşeklerimiz mundar olmadı mı şimdi?” diye soran delikanlıya Holmes çok sakin bir tavırla:
“Hayır elbette olmadılar, zaten tüm kanları aktıysa nasıl mundar olabilir? Hem siz kilisenin yönetmeliklerini bilmiyor musunuz?” diye cevap veriyordu.
“Peki biz şimdi geri dönersek kalabalık psikolojisine ne olacak?” diyen yaşlı ve tombalak tipe dönerek:
“Tek sıra halinde uygun adım dönerseniz psikolojiniz bozulmaz.” Diyebilecek kadar umursamaz bir tavırla cevap veriyordu. Tüm bunları yaparken her iki elini de cebinden çıkarmadığı gibi portakallı kurabiye düşüncesinden bir an olsun kopmuyordu.

Kalabalık kitlesel olarak değilse bile kafa olarak dağılmıştı. Geriye dönüp yürümeleri emri verilse geldikleri yolu gelirken taşıdıkları netliğin zerresini taşımayan karmakarışık kafalarla geri dönebilirlerdi. Tam da bunu yaptı Holmes.

“Haydi şimdi tek sıra olup geriye köyünüze dönün!” derken otoriterdi. Kalabalık ise o anda okul müdürünün baskınıyla karşılaşmış lise öğrencileri kadar sakinleşmişti. Holmes yazılı yapmaya kalksa bunu başarırdı ancak karşısındakilerin hiçbirisinin okuma yazma bilmiyor olması bu fikri etkisiz kılıyordu. Holmes’ün kafasında böyle bir fikir zaten yoktu. Yaklaşık yirmi dakikadır konuşuyor olmasına rağmen sanki aklı sanki orada değildi. Gerçekten de sadece “portakallı kurabiye” dolaşıyordu kafasında. Eğer ki kalabalıktan birisi kazara portakal gibi bir sözcük sarf etse Holmes de dağılacaktı. Belki de öyle olmazdı. Lukaş’ın araya girip Holmes’a “portakallı kurabiye hazırlanıyor” dediğinde artık tamamen hipnotize olmuş bir foka benzeyen kalabalık geriye dönmüş ve köy yolunu yarılamıştı. Aralarında konuşuyorlardı:

“Ben anlamadım, mundar et yönetmeliği de ne oluyor ki?”
“Kilisenin yemediği et oluyor. Sanırım.”


***
Kont yukarıya çıkmaya çalışırken ki sadece çalışıyordu çünkü yukarı çıktığına dair hiçbir kanıt yoktu. Kuleden girişi sırasında askıda gördüğü tencereyi tekrar gördüğünde sevinmişti. Ancak bu tencerenin yaklaşık on metre yukarısına (Kont yukarı yürüdüğünü sanıyordu) geldiğinde gördüğü tablo korkutucu idi. Kont bir an kendisini arkadaşlarının zoruyla Afrika’da safari yapmaya yollanıp ormanda kaybolan ve o sırada aç aslanlarla karşılaşan Kont Meinfeld gibi hissetti. (Kont Meinfeld’den bir daha haber alınamadığından bu bilginin bize nasıl ulaştığı konusunda güvenilir kaynak veremiyoruz.) Karşısında üç savcı duruyordu ve birisinin elinde biraz önce Nitec adlı savcıyla birlikte yokolması gereken dosya vardı. Kısa boylu olmayanı gayet tepeden bir sesle:

“Kont Drakula!” dediğinde Kontun gıkı çıkmıyordu. Savcının devamla sarf ettiği cümlede kimsenin sesi çıkamayacaktı. “Vampirlerin yüz karası!” Kont da pekala biliyordu ki Başsavcıların kendisi de vampirlerden seçilirdi. Karşısında kendisi gibi hiçbir güç sınırlaması olmayan bir vampir savcı gördüğünden emin olunca kalıbına pek de yakışmayan bir “gık” dedi ve ardından:
“Evet … efendim?” şeklinde tekledi.

***

Kont Drakula bu olayın ardından çıkarıldığı mahkemece elbette katillikten yargılanamadı. Zaten bir vampirin bu suçlama ile yargılanması ciddi mantık sorunlarına yol açabilirdi. Kontun yargılanma sebepleri “kuleden izinsiz giriş yapmak, eşek dişlemek ve pelerin astarını yeşil satenden yaptırmak” olarak sıralanıyordu, ve yasada “Vampirliğin Haysiyet ve Şerefine Karşı Suçlar” başlığında düzenleniyordu.

Yargılama süreci kısa sürdü –onbeş dakika- ve Kont Drakula önce Kontluğunu, ardından geçici bir süre için vampirlik güçlerini yitirdi. Disipline edilmek üzere ise henüz bürokrasi yeni olmasına rağmen gayet güçlü bir şekilde yükseleceğine inanılan Türkiye’nin (zamanın Osmanlı İmparatorluğu kalıntıları) bir vilayetinde kâtip olarak görevlendirildi. Kont’un cezası bitmeden memuriyete alışarak bir daha vampirliğe dönmediği yönünde rivayetler vardır. O zamanlar Mısır Valisi olarak atanan Şair Eşref’in kâtibi olduğu da bu rivayetler arasındadır. Eşref’in şu dizeleri bu yönde yorumlanmıştır.

“Eşek arz ettik, kâtip yolladılar.
Yolları harap ilimize hatip yolladılar.
Teftiş için müfettiş beklerken
Eşekler kâtipleri kolladılar.”


***
Holmes yüzünde artık ciddi bir tebessümle koltuğuna oturmuş, bir süre keman çalmış ve Paganini’den nefret ettiğine kanaat getirmişti. Bir dahaki sefere Brahms’dan keman konçertoları çalmayı düşünerek saatlerdir yemekte olduğu portakallı kurabiyelerden bir tane daha ağzına attı. Bu sırada odaya giren Lukaş’a ise:

“Bu olayda kafana takılan bir şey var mı Watson?” dediğinde Lukaş afallama sınırını zorluyordu.
“Hiçbir şey kafama takılmadı Bay Holmes (çünkü hiçbir şey anlamadım)” şeklinde cümleye girmiş ancak cümlenin parantez içindeki kısmına geldiğinde Holmes’ün onu hiç dinlemeden konuşmaya başladığını görerek susmuştu.

“Biliyorsun Watson bu şatoyu çok ucuza kapattım. Bunun birkaç sebebi var ki bunlardan birisi de şatonun mimarının Edinburghlu olmasıdır. Isaac Bundelberg Eshcer. Aynı okulda okuduk. Çok ilginç bir öğrenciydi, sürekli olarak derslerde defterine çarpıtılmış üç boyutlu resimler çizerdi. Mimar olmasına çok şaşırmıştım fakat yaptığı işlerden genelde para kazanamadığını öğrenince şaşırtım dağılmıştı. Kimselerin oturamayacağı evler yapıyordu. Çoğunlukla eve girenler bir odadan diğerine geçtikten bir hafta sonra evin kör noktalarında aç ve susuz bulunuyordu. Bu olay çok ilgimi çekmişti. İşte Watson tam da bu nedenle….” Diye devam eden Holmes tek başına konuşuyordu. Lukaş bir an önce tuvalete gitmesi gerektiğini söylemiş fakat Holmes doğal olarak duymamıştı. Lukaş tuvalete gitmemişti. Yukarı kattaki odasına çıkarak yarım kalan kitabını okumaya devam etmişti. Bay Holmes’ün onun yokluğunu fark etmesi söz konusu olamazdı. Duvar ve duvardaki resim yerinde kaldığı sürece bir sorun çıkmazdı.

Lukaş kitabını eline aldı ve Mahzun Yüzlü Şövalye’nin anılarına daldı.

***
Londra’da Baker St.de telaşlı bir sabahtı. Dr. Watson 221b adresindeki daireye girdiğinde kendisini acilen çağıran Holmes’ün odada olmadığını görmüştü. Gördüğü Holmes’ün yokluğu olunca ilk “of”unu çekti. Önlüğünü bile üzerinden çıkarmamış olan Dr. Watson’ın gözleri masanın üzerindeki bir nota ilişti. Notu eline aldı, Holmes’ün yazısıydı fakat yazı ters yazılmıştı. Soldan sağa tamamen ayna karakterlerle yazılan yazıyı okumak için Watson kağıdı ters çevirdi. Kağıdın arkasında düz karakterlerle“Aferin Watson!” yazıyordu. Watson yıllardır kendisine patron, daha da kötüsü akıl babası gibi davranan Holmes’ün bu tavırlarından sıkılmıştı. Kısa bir “öf” çekerek ters yazıyı okudu.

“Watson, ben şu anda çok uzaklardayım. Sanırım okuyucularına aktarmak isteyebileceğin bir hikayem var. Hikayeyi yakında postayla yollamış olurum. S. Holmes.”

Watson nota değil yazının neden dislektik yazıldığını düşünerek bıyıklarına el attı. Bıyıklarını yolmayı bırakarak biraz önce girdiği kapıya yöneldi. Kapıyı oldukça sert bir şekilde çekip çıktığında saat tam olarak üçü yirmi geçiyordu. Watson kendisini acilen çağıranın kim olduğunu merak ediyordu. Holmes’ün birisine bu görevi verdiği açıktı, Watson da sinirini o görevliden çıkarmayı düşünüyordu.


***
Dr. Tnerov (rus göçmeni bir ailenin çocuğuydu, Londra’da çalışıyordu) muayenehanesinde bir aşağı bir yukarı dolanıyordu. Dolaşmayı bırakıp durduğunda masasındaki mektuba elini atıyor ve her bakışında ellerini havaya kaldırıp “offf!” şeklinde iç çekmekten kendini alamıyordu.
“Dr. Tnerov bana koyduğunuz tanıya hiç güvenmediğimden daha iyi bir doktor ve tanı bulmak amacıyla Transilvanya’ya gidiyorum. Aslına bakarsanız sizin koyduğunuz tanı da güzeldi fakat biliyorsunuz ki ben nam salmış bir dedektifim. Doğal olarak paranoyak şizofren olmak henüz yüzyılımızın başındaki bir insan için çok zor-hatta imkansız. Bu ve benzeri sebeplerle en azından şizofrenin ne olduğu anlaşılana kadar Transilvanya’ya gidiyorum.


Not: Kokain konusunda söylediklerinizi gerçekten ciddiye alamıyorum. S.Holmes )


Notu masaya bırakan Tnerov kapının çaldığını duydu. . Kapıdan içeriye giren ve saçları briyantinli, kendisi (bu havada?) pelerinli beyin çok ilginç bir ses tonu ile sorduğu “midemden rahatsızım, ne yapmalıyım” sorusuna cevap vermeye hazırlandığında güneş yeni batmıştı. Beyefendinin ağzı gerçekten çok kötü kokuyordu. Sonbaharın getirdiği yağmur ise sise eşlik ediyordu.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

bayım İsarkorub olması lazım bahsi geçen şatonun sahibinin adı. Bir yazım yanlışı var.

Wilhelm Isarkorub aslında edinburgh düşeşinin romanyalı bir çingene ile yaşadığı evlilik dışı ilişkiden peydahlanmış (aslında wilhelm'in tam bir odun olmasından dolayı perdahlanmış demek daha yakışıklıdır) afedersiniz piçidir.

Sizin yazdığınız İsarkurob ise aslında Mısır asıllı İsthar Kurob isimi bir tefeci yahudidir.
Rica ederim tarihsel gerçekleri olduğu gibi yazınız

Ümit Coşkun Aydınoğlu dedi ki...

Sayın Uledemur,
Dedekifçilik oynayan her suçlu gibi siz de yakalanmak isetdiğiniz için disleksi ipucunu vermişsiniz

Savı Çetin (Niteç) ve Bürokrasi (İsarkurob) tabi küçük harf oynalamaları da var. Ergina'yı çözemedim henüz. Bir ihtimal Enginar demek olabilir.